21 Eylül 2012 Cuma

HEYKELİ DİKİLECEK ADAM!

İlk Türk halkının dikkatiğini çektiği gün, 2003 Konfederasyon Kupasında Türkiye Brezilya maçının oynandığı gündü. 89. dakika da attığı beraberlik golü ile hepimizin Brezilya’yı yenme hayalimiz yıkılmış, ancak kendisine olan ilgimizin de sebebi olmuştu. Her ne kadar Türk halkı olarak o gün tanışmış olsakta, Brezilya’nın kaptanı Alex, çok daha önceden Fenerbahçe’nin takibine girmiş, transfer çalışmalarına başlanmıştı bile. Yönetimin kararlılığı, azmi  sayesinde de yıldızı tavan yapmış, Türkiye’ye gelmez denilen adam Fenerbahçe ile imzalamış Türkiye’nin yolunu bir sene gecikmeli de olsa tutmuştu. Şimdi herkes sabırsızlıkla onunla buluşacağı günü bekliyordu. Ve o gün geldi!

Uçaktan indiği gün belki tedirgindi Alex, belki korkuyor, belki de kararının doğruluğunu sorguluyordu. Hiç bilmediği bir ülkede, hiç tahmin edemeyeceği bir kalabalıkla karşılaşmıştı. Karşılayanların yoğun ilgisi ürkütmüşte olabilirdi, heyecanlandırmışta, ancak bir gerçek vardı ki çok şaşırmıştı. İlk sahaya çıktığında onu alanda karşılayan çılgın insanlar şimdi de tribünde ismini haykırıyordu. Halbuki daha hiçbir şey yapmamıştı, sonra bir dizi klas çalımlar atarak selam verdi tribünlere. İşte o an yer yerinden oynadı ve tribünler yıkıldı adeta. İlk hatırladıklarım bunlardı Alex'in gelişiyle ilgili.

Sonra sahada ki muhteşem oyununu izlemeye koyulduk yıllarca, izlerken mest olduk, mest oldukça daha da bağlandık kendisine. Saha dışında ki tavırlarına hayran kaldık. Çok iyi bir aile babası olması, saygılı hareketlerini gördükçe bizden biriymiş gibi hissettik. O da hiç yanıltmadı bizi. Ne sahada ne de saha dışında hiç bozmadı mütevaziliğini. Türk bayrağını da çok sevdi, çocuklarına Milli Marşımızı öğretecek kadar. Bir de eşi Daianne vardı ki hepimizin yengesi oluvermişti, sıcakkanlılığı ve sempatikliğiyle. Vücuduna yaptırdığı İstanbul Boğazı dövmesi de bu ülkeyi ne kadar benimsediğinin kanıtıydı. İşte biz bu yüzden sevdik De Souza ailesini. İçimizden biri oldukları için, bizi bizden daha iyi anladıkları için ve gerçek Fenerbahçe değerlerini tüm dünyaya gösterdikleri için sevdik. 


Bir tek taraftar değil onu böyle çok seven, Fenerbahçe tarihinin en büyük isimlerinin başında gelen Ordinaryus'umuz da çok sevdi Alex'i. Ona 10 numaralı formayı ve canından çok sevdiği Fenerbahçe'sinin kaptanlığını bizzat emanet edecek kadar çok. O da bir Türk inceliğiyle elini öptü Rahmetli Lefter Babanın. İşte o an herkesin gözlerinden yaşın aktığı ve taraftarın duyduğu sevgide ne kadar haklı olduğunu anladığı andı. 

O, Rahmetli Lefter’in emanetine her zaman sahip çıktı. En kötü günde de gemisini terketmeyerek birkez daha gösterdi adamlığını. Başkan özgürlüğunden yoksun bırakıldığında, kulübü yalan dolanla alaşağı edilmeye çalışıldığında da en büyük özveriyi gösterenlerden biriydi. Gerekirse bedava oynarım diyecek kadar Fenerbahçe'li, hakkımızı yedirmeyiz diyecek kadar da cesurdu Alex. 



Yani sonuna kadar haketti heykelinin dikilmesini. Hani derler ya heykeli dikilecek adam diye. Bu mecazı gerçeğe çevirecek kadar adam olduğunu geçtiğimiz 8 yılda herkese ispat etmiş, bütün gönüllerde taht kurmuştur büyük kaptanımız. Daha ne kadar izleme zevkini yaşarız bilemeyiz, kader yollarımızı ayırırmı ayırmazmı onu da bilemeyiz, ama tek bildiğimiz birşey var ki Fenerbahçe var oldukça Lefter gibi, Can gibi, Cemil gibi, Rıdvan gibi Alex'te olacaktır. Ve benim dedemden, babamdan dinlediğim efsanelerim gibi, Alex'te nesilden nesile anlatılacak ve bu camiayı yücelten isimlerin arasında yerini alacaktır. Sözün özü, kendi gitsede adı kalbimizde hep yaşayacaktır sloganı da şu olacaktır "ALEX LE SONSUZA"

6 Eylül 2012 Perşembe

OKUNMASI GEREKEN BİR HİKAYE....


Fenerbahçe ve futbol dışında pek birşey yazmadığım bloguma, okuduğum ve paylaşma ihtiyacı duyduğum bu yazıyı da koymak istedim.... Geçenlerde bana gelen bu yazıyı hiç değiştirmeden sayfama koyuyorum. Siyasetçilerimizin de okuyup ders çıkarması gereken bir anı...

Atatürk'ün başyaveri Salih Bozok anlatıyor :
Başkumandan, düşmandan kurtardığı İzmir’de geçireceği ilk geceyi yaşıyordu.

Mustafa Kemal Paşa İzmir'de ilk gecesini çalışarak geçirdi. Zengin bir sofra hazırlandığı halde ufak tefekle karnını doyurdu ve geç vakitlere kadar çalıştı.

Ertesi sabah erkenden uyandık. Hafif bir kahvaltıdan sonra vilâyet konağına gittik.
Vali, İngiliz konsolosu ile konuşuyordu.

Biz gelince vali ayağa kalktı ve konsolos ile Mustafa Kemal Paşa’yı tanıştırdı. Konsolos iyi Türkçe biliyordu.

Paşa valiye sordu:
"Konu nedir ?"

Vali anlattı:
"Sayın konsolos, İngiliz tebaası vatandaşlarla Rum ve ermeni azınlığın güven altında olup olmadığından endişeleniyorlar. Ben kendilerine herkesin güven altında olduğunu bildirdim".

Mustafa Kemal Paşa konsolosun Türkçe bildiğini biliyordu, buna rağmen kendisine valiyi muhatap aldı:
"E, peki daha ne istiyormuş?"

Bu soruya konsolos Türkçe cevap verdi:
"Tebaamız için hükümetinizden yazılı teminat istiyorum!"
Paşa:
-"Ne yani, Yunanlılar zamanında siz tebaanızı daha emniyette mi görüyordunuz ?"

Konsolos kasılarak:
-"Evet" dedi, "Yunanlılar buradayken tebaamızı daha emniyette görüyorduk."
-"Öyleyse buyurun, tebaanızla birlikte Yunanistan'a gidin, efendim!"

Konsolos sinirlenerek sesini yükseltti:
-"Yani majestelerimin hükümetine savaş mı açıyorsunuz?"

Paşa:
-"Siz kiminle neyi konuştuğunuzu biliyor musunuz? Ben Millet Meclisinin başkanı ve Türk orduları başkomutanıyım. Savaş açmaya da barış yapmaya da tam yetkiliyim. Peki, siz kimsiniz? Hükümetiniz adına savaş ve barış görüşmeleri yapmaya yetkili misiniz? Böyle bir yetkiniz varsa görüşelim. Yoksa (eliyle kapıyı gösterdi) buyurunuz dışarıya, efendim!"

Konsolos, Mustafa Kemal Paşa’nın son sözleri üzerine sapsarı kesildi ve tek bir kelime söylemeden kapıdan çıktı gitti.

Mustafa Kemal Paşa, adamın arkasından valiye döndü:
-"Bunlara yüz vermeyin vali bey! Bir donanma önünde pısacak, bir blöf karşısında yelkenleri suya indirecek bir devletçik sanıyorlar bizi! Küstahlık derecesine bakın, bana 'savaş mı açıyorsunuz?' diye soruyor. Barut kokan bir odada adamın sorduğu şeye bak! Savaş halinde değiliz sanki!"
Birkaç saat sonra, İngiliz donanması komutanı hükümet konağının kapısından girerek Mustafa Kemal Paşa’nın odasına yöneldi. Nazik fakat öfkeli bir hali vardı. Ruşen Eşref kendisine ne istediğini sordu.
-"Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek istiyorum."
Birlikte odaya girdiler, kapı kapandı.

Amiral:
-"Çok güç koşullar altında bir savaş kazandınız, sizi asker olarak içtenlikle kutlarım. Çanakkale’deki başarınızı rastlantıya borçlu olmadığınız kanıtlandı böylece. Büyük bir askerle tanıştığım için memnunum." diyerek övgüler yağdırmaya başladı.

Paşa, bıkkın bir ifadeyle:
-"Bunları geçin amiral. Çok işimiz var. Asıl konuya gelin" dedi.

Amiral bu tavır karşısında bocalayarak konuya girdi:
-"İzmir’de tebaamız ve sizin azınlıklarınız Ermeniler, Rumlar var. Yeni askeri yönetim altında bu insanların statüsü nedir? Güvende midirler?"
-"Hiç kuskunuz olmasın amiral. Tebaanız ve azınlıklar hükümetimizin koruması altındadır. Suç işlemeyenler, kendilerini güvende sayabilirler"
-"Peki suç isleyenler?"
-"Suç isleyenler, sayın amiral, muhtemelen sizin ülkenizde de olduğu gibi, adaletin huzuruna çıkar. Suçlu olanlar, cezalarını çekerler."
-"Fakat Paşa Hazretleri, fevkalâde günler geçirdik. Yunan ordusundan cesaret alan Rumlar şımarıklık yapmış olabilir. Bugün bu insanlar yerli halkın düşmanlığı ile yüz yüzedirler. Ermenilerin, biliyorsunuz, büyük bir bölümü göçe zorlandı ve önemli bir bölümü hayatlarını kaybetti. Bu ruh haliyle Yunan ordusu ile işbirliği yapmış, bazı Türklere zor günler geçirtmiş olabilirler. Bunlar, fevkalâde günlerin olaylarıdır; bağışlanması, hoş görülmesi gerekir. Eğer bu kişiler halkın husumetine bırakılacak olursa, bütün dünya aleyhinize kıyameti koparır."

Son cümleye kadar amirali sakince dinleyen Mustafa Kemal Paşa,"dünyanın koparacağı gürültü" ile tehdit edilince amiralin sözünü kesti:
-"Üstünlük pozunuzu derhal bir kenara koyunuz amiral! Milletleri tehdit etmekten de vazgeçiniz. İngiltere ve müttefiklerinin kıyamet koparıp koparmayacağını düşünmem bile! Bunlar memleketin dâhili işleridir ve sizin bu işlere karışmanıza da müsaade etmem. Majestelerinin devleti bizim azınlıklarla uğraşmaktan vazgeçsin. Kim ki bize saygı beslemez, bizden de saygı beklemeye hakkı olmaz"

Amiralin yüzü bembeyaz oldu:
-"İngiliz hükümetinin tebaasını her yerde koruma hakkı devletler hukuku teminatı altındadır. Avrupa devletleriyle birlikte arkaladığımız Rum ve Ermenilerin güven içinde bulundurulmasını sadece rica ettik. Yoksa biz bu güvenliği sağlayacak güçteyiz."

Paşa:
-"Arkaladığınız Yunan ordusunun denizde yüzen cesetlerini herhalde görmüş olmalısınız. Ordumuz asayişi sağlamıştır. İzmir limanını donanmanıza kapatıyorum. İsterseniz, tebaanızı gemilerinize doldurabilirsiniz. Donanmanızın en kısa zamanda limanı terk etmesini istiyorum!"

Sert sözler karşısında amiral ne yapacağını şaşırdı:
-"İngiltere’ye savaş mı açıyorsunuz?"

Paşa:
-"Savaş açmak mı? Siz yoksa Sevr antlaşmasının halen yürürlükte olduğunu mu sanıyorsunuz? Biz onu çoktan yırtıp attık bile. Karşımda serbestçe oturuşunuzu, sizi konuk saymama borçlusunuz! Fakat nezaketimizi kötüye kullanmanıza müsaade edemem. Su anda hukuken "barış antlaşması yapmamış" iki devletiz. Savaş hukuku halen yürürlüktedir. Gemilerinizi derhal karasularımızdan çekmenizi size tekrar ve son defa ihtar ediyorum!"

Bir balmumu heykeline döndü amiral... Sert adımlarla girdiği Mustafa Kemal Paşa’nın odasında oturduğu sandalyede küçüldükçe küçüldü ve sonunda kekeleyerek:
"- Affedersiniz !" dedi, yerlere kadar eğilerek geri geri kapıya gidip dışarı çıktı.

Olay kısa süre içinde şehirde duyuldu...
İngiliz ve Fransızlar kendi uyruklarını gemilere bindirmeye başladılar.

Birkaç saat sonra da sessizce çekilip gittiler...
Türkiye Atatürk'tür, Atatürk Türkiye'dir.