21 Aralık 2012 Cuma

PIRIL PIRIL BİR GELECEK...


Onlara baktıkça içim açılıyor, onları izledikçe geleceğe daha da umutla bakıyorum ve onlar çıkıpta sahada ter döktükçe, sanki anaları, babaları, öz ağabeyleriymişim gibi gurur duyuyorum onlarla. Attıkları her bir gol benim gözümden bir damla yaş olarak akıyor mutluluktan, ve çıkıp televizyonda röportaj verdiklerinde ki ağırbaşlı sözlerini duyunca, onlara olan inancım, Fenerbahçe’nin geleceğinde ki yerleri benim gönlümde daha sağlam bir yer ediyor. Aslında sadece futbolcularımız değil, basketbolundan, voleyboluna, yelkeninden küreğine, boksundan yüzmesine, masa tenisinden atletizmine her daldaki  genclerimiz pırıl pırıl parlıyorlar. Onlar Fenerbahçe’nin gençleri, onlar Fenerbahçe’nin gelecekleri. Gencecik bir yıla girdiğimiz bu ayda bende onları yazmak istedim. Fenerbahçe Futbol takımının parlayan gençlerini, yani pırıl pırıl geleceklerini. 

Recep Niyaz ve Salih Uçan biri 1995 diğeri 1994 doğumlu. İkiside pırıl pırıl, çalışkan, kabiliyetli ve tüm camianın gözbebeği. Başkanımızdan kulüp personeline, hocamızdan takım oyuncularına herkes tarafından o kadar çok seviliyorlar ki fırsat bulacakları günler adeta iple çekiliyor tüm Fenerbahçeliler tarafından. Sebebi sadece iyi insan oluşları değil elbet. Her ikisinin de birbirinden yetenekli, çalışkan ve antremanlarda özveriyle çalışıyor olması desteklenmelerinin asıl sebebi. Bir de fırsat buldukları maçta, başarılı bir oyun sergileyince, işte o gün adeta bayram oluyor Fenerbahçe tesislerinde. Futbolcu ağabeyleri adeta kendi başarılarından daha fazla mutlu oluyor onlar iyi olunca. Onlar da bunun farkındalar elbet, hatta takımda ki yıldız oyuncuların adeta gözlerinin içine bakıyorlar, ne öğrenebiliriz ağabeylerimizden diye. İşte en büyük avantajları da bu zaten. Hepsi birbirinden karakterli onlarca yıldız arasında yetiştiriyorlar kendilerini. Başlarında da genç oyunculara destek olan, onları takıma kazandırmak için adeta fırsat yaratan bir hoca olunca, Recep’le Salih’e sadece huzur içinde çalışmak kalıyor. Bizlere de onların gözümüzün önünde yükselişini keyifle izlemek.

En son iki Ziraat Kupası maçında izlemek nasip oldu Salih’le Recep’i. Göztepe maçında da Sivas maçında da forma şansı buldu Salih, attığı paslarla, kestiği ataklarla adeta mest etti hepimizi. Başlattığı ataklar, verdiği gol pasları ağabeylerini hiç aratmadı. Genç yaşı gereği tam olgunlaşmamış olan kasları ve vücut yapısıda daha şimdiden sahadaki ağabeylerinden aşağı değildi izlediğimiz kadarıyla. Recep’e gelince o, son iki kupa maçının  birinde sadece 30 dakika kadar forma şansı buldu. Ancak o otuz dakika kendisini göstermesine yetti de arttı bile. Kıvrak zekası, tekniği ve hızıyla gelecekte bir Fenerbahçe efsanesi olacağını şimdiden hissettirdi tüm izleyenlere. Ve güzel oyununu bir de golle süsledi. İşte her ne olduysa o an oldu. Recep’in tertemiz yüzü, Aykut Hoca’nın içten, samimi mutluluğu ve tüm takımın kendileri gol atmışçasına sevinerek Recep’e koşması tüm Fenerbahçe’lilerin yanaklarından mutluluk göz yaşlarının süzülmesine sebep oldu. Belki de benim bu yazıyı yazmamın sebebi de o enstantanedir. Sebebi her neyse şu an bile yazarken geleceğimiz hakkında umut doluyum, bu sebepten huzurluyum ve çok mutluyum.
İddia ediyorum ki, Aziz Yıldırım’la birlikte Fenerbahçe’nin değişen vizyonu, haksız iftiralar devam etmezse Türk sporunu çok ileri götürecektir. Bu atılıma ayak uydurmak yerine iftiralara alet olup Fenerbahçe’nin paçasından aşağı çekmek isteyenler de, hatalarını birgün anlayacaklardır. Oyunculara haksız cezalar verdirterek, olmayanları oldu gibi göstermeye çalışarak bu atılımın önünü kesmeyi düşünmek gerçekten büyük bir hatadır. Belki böyle yaparak bir iki günü kurtarabilirler, ama uzun vadede onlar kaybedeceklerdir. Bu kaçınılmazdır. Konumuza dönecek olursak, Türk futbolunu takip eden bir ağabeyleri olarak Salih ve Recep kardeşlerime de bir iki kelam etmek istiyorum. Sevgili kardeşlerim, siz bu iyi niyetinizi, çalışkanlığınızı ve öğrenme arzunuzu devam ettirdiğiniz sürece bu taraftar her zaman arkanızda olacaktır. Daha yolunuz uzun, ama önünüzde ki yıldızlarla, başınızda ki Hocanızla siz bu ülkenin en büyük futbolcuları olacaksınız. İşte o günler geldiğinde, sakın Fenerbahçe’li duruşunuzu bozmayın, çünkü o duruş sizin başarınızın, büyüklüğünüzün sebebi olacaktır. Sakatlık sizden uzak olsun.




20 Kasım 2012 Salı

ZAFERE KAÇIŞ...

Küçükken bir film izlemiştim. Başrollerini Sylvester Stallone, Michael Caine ve Pele paylaşıyordu. Hatırladığım kadarıyla film 2. Dünya savaşında geçiyordu. Nazi esir kampında ki esirlerle Alman milli takımı arasında, propoganda amaçlı bir maç düzenlenmişti. Kalede Sylvester Stallone vardı. Michael Caine ve Pele de sahada oyuncuydu. Hollywood için bile abartılı olan hakem kararlarıyla, ilk yarıyı Almanlar önde bitirdi. Ancak ikinci yarı, Michael Caine’in ortasına Pele öyle bir röveşata vurdu ki, bu vuruş durumu eşitledi. Son saniyede verilen bir penaltının Syvester Stallone tarafından kurtarılmasıyla da maç berabere sonuçlandı. Film de esirlerin dimdik ayakta duruşu ve yürekli mücadeleleri öyle güzel anlatılmıştı ki belki de 17 Kasımdaki maçın bu filmi hatırlatması bu yüzdendir. Bu duruş filmde Alman taraftarın bile esirleri desteklemesine sebep oldu. Sonunda da esirler halkın yardımıyla özgürlüklerine kavuştular.

17 Kasım akşamı, aynı mükemmel kurguda bir senaryo daha izledik. Bu seferki de abartılıydı, ama film değil gerçekti ne yazık ki. 3 Temmuzdan beri çevrilen filmin son sahneleri gibiydi. Gerçi bu filmin ikincileri, üçüncüleri de çekilecektir görüldüğü kadarıyla, ama 1. bolümün sonu 17 Kasımdaydı. 3 Temmuz tarihinden beri malum kesimler ve medya tarafından esir edilmiş bir takım, özgürlük maçına çıkıyordu. Bir galibiyet, takıma özgüven verecek ve rakibiyle puanını eşitleyip birçok gerçeği gözler önüne serecekti. Buna müsade edilmemeli, ve malum propganda ile Fenerbahçe’ye dur denmeliydi. 

Maç başladı, tıpkı filmdeki gibi dişe diş bir mücadele oluyordu.  Hakem Hollywood filmlerini bile kıskandıracak abartıda öyle bir karar verdi ki, rakibin plaka numarasıyla aynı dakikada Fenerbahçe 10 kişi kalıverdi. Tesadüfmü, filmden esinlenilmişmi bilinmez ama maçın gidişatı filmle birebir aynı gidiyordu. Yine hakemin küçük bir yardımıyla filmdeki son dakika penaltısı, maçın ilk yarısının son dakikasında gelmişti. Ancak Volkan, Sylvester Stallone gibi penaltıyı kurtaramadı malesef, belki de dublör kullanmadığı içindir. Ve filmdeki gibi, devre arasında Fenerbahçe’de esirler gibi mağlup gitti soyunma odasına. Soyunma odasında birşeyler konuşulmuştu bu çok belliydi. Ve ikinci yarı daha da inanmış, haksızlıklara ve esarete başkaldıran bir takım çıktı sahaya. Maç daha da sertleşmiş, kanla ter birbirine karışmıştı. Sonra aynı filmdeki gibi bir gol geldi. Hani Michale Caine’in ortasına Pele’nin röveşatası gibi. Ama kahramanlar farklıydı bu sefer. Kuyt ortaladı Sow vurdu röveşatayı. Bu golün ardından maç berabere bitti. Maçla filmin tek ayrıldığı yer de aslında maç sonuydu. Filmdeki esirler beraberliği kutluyordu, ama 3 Temmuz’dan beri esir edilmek istenilenler daha da fazlasını yani galibiyeti istiyordu ve alamadıkları için üzgündüler. Yine de dimdik ayakta ve onurlarının verdiği gururla, başları dik ayrıldılar o sahadan.

Belki bu sonuç Fenerbahçe için büyük bir kayıp, hem avantaj, hem de moral olarak, ama takımın gösterdiği karakter öyle KOCAMANDI ki, taraflı tarafsız, aklı selim olan herkes tarafından alkışlandı ve dosta düşmana gereken mesaj verildi. Herkes anladı ki Fenerbahçe esaret altına alınamaz, tetikçiler tarafından maçlarda puan kayıplarına uğratılsa da, gerçek anlamda Fenerbahçe yenilemez. Ve biz Fenerbahçeliler 17 Kasımdaki kurgu sayesinde, unutmadığımız 3 Temmuzda başlayan linç girişimini tekrar hatırladık. Şimdi saflar daha da sıklaşmış vaziyette, mücadelemize daha fazla sahip çıkacağız. Çünkü biliyoruz ki Zafer yakında, ama filmdekiler gibi biz Zafere Kaçmayacağız, emin adımlarla kolkola, omuz omuza Zafere doğru yürüyeceğiz. Gerisini art niyetliler düşünsün!

18 Ekim 2012 Perşembe

AR DAMARSIZLAR


Nasıl bir nefrettir, nasıl bir hırsdır bu anlamıyorum. Hergün yeni bir oyun, yeni bir iftira ve düşünülmeden atılan nifak tohumları. Gayesi nedir, neye hizmet eder bu hareketler gerçekten çok merak ediyorum. Amaç Fenerbahçe’yi bitirmekse, başarılı olmaları halinde ellerine ne geçecek, bundan kim ne menfaat elde edecek onu da çözemiyorum. Düşünüyorum bulamıyorum. Fenerbahçe yok olursa, rakipleri neler kaybeder, medya nasıl para kazanır, insanların morali ne durumda olur hiç düşünmüyorlarmı? Herkesin bundan zarar göreceğini  bilmemek kör cahillik değil mi?  Peki o zaman amacı ne televizyonlarda kin kusan, iftira üstüne iftira atan bu ar damarsızların? Başkana mı garezleri, hocaya mı, sporculara mı, yoksa Fenerbahçe taraftarına mı? Belki vardır bir kuyruk acıları veya maddi çıkarları. Bu da birgün ortaya çıkar elbet. 

3 Temmuz gününden itibaren oynadıkları oyunlarda  çoğunlukla sükut-u hayale uğradılar. Her yalanları birbir ortaya çıktı ve çıkmaya devam ediyor. Dışardan yıkamayacaklarını, Fenerbahçe’nin ne kadar büyük olduğunu yaşayarak gördüler. Ve taktik değiştirip, Fenerbahçe’yi yumuşak karnından, yani Fenerbahçe taraftarının sevgisi üstünden vurmakta karar kıldılar. Yeni hedef Fenerbahçe’yi içten yıkmak oldu. Görevi üstlenenlerde medyamızda ki malum ar damarsızlar.

İlk hedef Alex De Souza üzerinden Fenerbahçe taraftarını bölmekti. Kısmen başarılı olduklarını düşünseler de Alex’in adamlığı karşısında umdukları etkiyi yaratamadılar. Alex sevgisini haykıran binlerce kişinin arasına provakatörler yerleştirdiler, Fenerium ürünü yaktırttılar olmadı, Fenerbahçe kafilesinde ki futbolcuların moralini bozmak pahasına organizasyonlar düzenlediler o da olmadı. Alex’i doldurdular belki basın toplantısında bir iki laf söyler ortalık karışır diye o da olmadı. Giderken, artık Fenerbahçe’nin 12 numarasıyım, bir gün de jübilemi burda yapmak isterim diyip gitti Büyük Kaptan! Bu da tabiri caizse hepsine kapak oldu.

Ar damarsızlar Alex’le vurdular, sarsıldık bu doğru, ama yıkamadılar. Bunun şaşkınlığı içinde şimdi sokak sokak gezmeye başladılar. Ne mi arıyorlar sokaklarda? Fenerbahçe’den o veya bu sebeple gönderilmiş kişilerin arasında helal süt emmemiş kişileri. Onlara, yalvar yakar Fenerbahçe, Aziz Yıldırım ve Aykut Kocaman hakkında iftiralar, yalan yanlış hikayeler söylettirmeye çalışıyorlar. Şimdi ki yeni trend bu. Salla yöneticilere, ayır etle tırnağı. Dikkat ederseniz bu oyunların içinde olanlar hep aynı simalar, televizyondaki aynı yüzler. Hani şu Başkanın gelişiyle mamaları kesilen malum kişiler. Ama uğraşları boşa, yine kazanamayacaklar, yine ellerine yüzlerine bulaştıracaklar.

Bir sözüm de, o ar damarsızlara. Sizin içinizdeki nefret sevginizin insanlığınızın önüne geçmiş. Umarım birgün kendi nefretiniz içinde boğulmazsınız ve iftiralarınız geri dönüp başkalarına yaşatmak istediklerinizi size yaşatmaz. Bunu istemem, çünkü sizler kadar nefret yüklü değilim. Ama iyi bilin ki, kanunlar birgün sizler içinde işleycek, o gün gelmeden kendi vicdanınızla hesaplaşmayı deneyin. Belki anlarsınız neyin içinde olduğunuzu ve azıcık içiniz sızlar. Çok umudum yok bundan ama Fenerbahçe’yi yıkamayacağınızı çok iyi biliyorum. Çünkü milyonlar gibi ben de Fenerbahçe’yim ve camiama inancım sizin iftiralarınızdan katbekat daha fazla. Adaletin tecelli etmesini sabırsızlıkla beklerken asla teslim olmayacağım ve Fenerbahçe’mi size yem etmeyeceğim. Etle tırnağı ayıramayacaksınız bunu böyle bilin.

Son olarak Alex De Souza’ya da bir iki kelam etmek istiyorum. Yolun açık olsun Büyük Kaptan. Birgün Türkiye’ye geldiğinde evinin kapısını sonuna kadar açacak milyonlarca kişiden biri de benim. Yaptıkların için sonsuz teşekkürler. Seni ve aileni çok seviyoruz. Birgün buluşmak dileğiyle.

21 Eylül 2012 Cuma

HEYKELİ DİKİLECEK ADAM!

İlk Türk halkının dikkatiğini çektiği gün, 2003 Konfederasyon Kupasında Türkiye Brezilya maçının oynandığı gündü. 89. dakika da attığı beraberlik golü ile hepimizin Brezilya’yı yenme hayalimiz yıkılmış, ancak kendisine olan ilgimizin de sebebi olmuştu. Her ne kadar Türk halkı olarak o gün tanışmış olsakta, Brezilya’nın kaptanı Alex, çok daha önceden Fenerbahçe’nin takibine girmiş, transfer çalışmalarına başlanmıştı bile. Yönetimin kararlılığı, azmi  sayesinde de yıldızı tavan yapmış, Türkiye’ye gelmez denilen adam Fenerbahçe ile imzalamış Türkiye’nin yolunu bir sene gecikmeli de olsa tutmuştu. Şimdi herkes sabırsızlıkla onunla buluşacağı günü bekliyordu. Ve o gün geldi!

Uçaktan indiği gün belki tedirgindi Alex, belki korkuyor, belki de kararının doğruluğunu sorguluyordu. Hiç bilmediği bir ülkede, hiç tahmin edemeyeceği bir kalabalıkla karşılaşmıştı. Karşılayanların yoğun ilgisi ürkütmüşte olabilirdi, heyecanlandırmışta, ancak bir gerçek vardı ki çok şaşırmıştı. İlk sahaya çıktığında onu alanda karşılayan çılgın insanlar şimdi de tribünde ismini haykırıyordu. Halbuki daha hiçbir şey yapmamıştı, sonra bir dizi klas çalımlar atarak selam verdi tribünlere. İşte o an yer yerinden oynadı ve tribünler yıkıldı adeta. İlk hatırladıklarım bunlardı Alex'in gelişiyle ilgili.

Sonra sahada ki muhteşem oyununu izlemeye koyulduk yıllarca, izlerken mest olduk, mest oldukça daha da bağlandık kendisine. Saha dışında ki tavırlarına hayran kaldık. Çok iyi bir aile babası olması, saygılı hareketlerini gördükçe bizden biriymiş gibi hissettik. O da hiç yanıltmadı bizi. Ne sahada ne de saha dışında hiç bozmadı mütevaziliğini. Türk bayrağını da çok sevdi, çocuklarına Milli Marşımızı öğretecek kadar. Bir de eşi Daianne vardı ki hepimizin yengesi oluvermişti, sıcakkanlılığı ve sempatikliğiyle. Vücuduna yaptırdığı İstanbul Boğazı dövmesi de bu ülkeyi ne kadar benimsediğinin kanıtıydı. İşte biz bu yüzden sevdik De Souza ailesini. İçimizden biri oldukları için, bizi bizden daha iyi anladıkları için ve gerçek Fenerbahçe değerlerini tüm dünyaya gösterdikleri için sevdik. 


Bir tek taraftar değil onu böyle çok seven, Fenerbahçe tarihinin en büyük isimlerinin başında gelen Ordinaryus'umuz da çok sevdi Alex'i. Ona 10 numaralı formayı ve canından çok sevdiği Fenerbahçe'sinin kaptanlığını bizzat emanet edecek kadar çok. O da bir Türk inceliğiyle elini öptü Rahmetli Lefter Babanın. İşte o an herkesin gözlerinden yaşın aktığı ve taraftarın duyduğu sevgide ne kadar haklı olduğunu anladığı andı. 

O, Rahmetli Lefter’in emanetine her zaman sahip çıktı. En kötü günde de gemisini terketmeyerek birkez daha gösterdi adamlığını. Başkan özgürlüğunden yoksun bırakıldığında, kulübü yalan dolanla alaşağı edilmeye çalışıldığında da en büyük özveriyi gösterenlerden biriydi. Gerekirse bedava oynarım diyecek kadar Fenerbahçe'li, hakkımızı yedirmeyiz diyecek kadar da cesurdu Alex. 



Yani sonuna kadar haketti heykelinin dikilmesini. Hani derler ya heykeli dikilecek adam diye. Bu mecazı gerçeğe çevirecek kadar adam olduğunu geçtiğimiz 8 yılda herkese ispat etmiş, bütün gönüllerde taht kurmuştur büyük kaptanımız. Daha ne kadar izleme zevkini yaşarız bilemeyiz, kader yollarımızı ayırırmı ayırmazmı onu da bilemeyiz, ama tek bildiğimiz birşey var ki Fenerbahçe var oldukça Lefter gibi, Can gibi, Cemil gibi, Rıdvan gibi Alex'te olacaktır. Ve benim dedemden, babamdan dinlediğim efsanelerim gibi, Alex'te nesilden nesile anlatılacak ve bu camiayı yücelten isimlerin arasında yerini alacaktır. Sözün özü, kendi gitsede adı kalbimizde hep yaşayacaktır sloganı da şu olacaktır "ALEX LE SONSUZA"

6 Eylül 2012 Perşembe

OKUNMASI GEREKEN BİR HİKAYE....


Fenerbahçe ve futbol dışında pek birşey yazmadığım bloguma, okuduğum ve paylaşma ihtiyacı duyduğum bu yazıyı da koymak istedim.... Geçenlerde bana gelen bu yazıyı hiç değiştirmeden sayfama koyuyorum. Siyasetçilerimizin de okuyup ders çıkarması gereken bir anı...

Atatürk'ün başyaveri Salih Bozok anlatıyor :
Başkumandan, düşmandan kurtardığı İzmir’de geçireceği ilk geceyi yaşıyordu.

Mustafa Kemal Paşa İzmir'de ilk gecesini çalışarak geçirdi. Zengin bir sofra hazırlandığı halde ufak tefekle karnını doyurdu ve geç vakitlere kadar çalıştı.

Ertesi sabah erkenden uyandık. Hafif bir kahvaltıdan sonra vilâyet konağına gittik.
Vali, İngiliz konsolosu ile konuşuyordu.

Biz gelince vali ayağa kalktı ve konsolos ile Mustafa Kemal Paşa’yı tanıştırdı. Konsolos iyi Türkçe biliyordu.

Paşa valiye sordu:
"Konu nedir ?"

Vali anlattı:
"Sayın konsolos, İngiliz tebaası vatandaşlarla Rum ve ermeni azınlığın güven altında olup olmadığından endişeleniyorlar. Ben kendilerine herkesin güven altında olduğunu bildirdim".

Mustafa Kemal Paşa konsolosun Türkçe bildiğini biliyordu, buna rağmen kendisine valiyi muhatap aldı:
"E, peki daha ne istiyormuş?"

Bu soruya konsolos Türkçe cevap verdi:
"Tebaamız için hükümetinizden yazılı teminat istiyorum!"
Paşa:
-"Ne yani, Yunanlılar zamanında siz tebaanızı daha emniyette mi görüyordunuz ?"

Konsolos kasılarak:
-"Evet" dedi, "Yunanlılar buradayken tebaamızı daha emniyette görüyorduk."
-"Öyleyse buyurun, tebaanızla birlikte Yunanistan'a gidin, efendim!"

Konsolos sinirlenerek sesini yükseltti:
-"Yani majestelerimin hükümetine savaş mı açıyorsunuz?"

Paşa:
-"Siz kiminle neyi konuştuğunuzu biliyor musunuz? Ben Millet Meclisinin başkanı ve Türk orduları başkomutanıyım. Savaş açmaya da barış yapmaya da tam yetkiliyim. Peki, siz kimsiniz? Hükümetiniz adına savaş ve barış görüşmeleri yapmaya yetkili misiniz? Böyle bir yetkiniz varsa görüşelim. Yoksa (eliyle kapıyı gösterdi) buyurunuz dışarıya, efendim!"

Konsolos, Mustafa Kemal Paşa’nın son sözleri üzerine sapsarı kesildi ve tek bir kelime söylemeden kapıdan çıktı gitti.

Mustafa Kemal Paşa, adamın arkasından valiye döndü:
-"Bunlara yüz vermeyin vali bey! Bir donanma önünde pısacak, bir blöf karşısında yelkenleri suya indirecek bir devletçik sanıyorlar bizi! Küstahlık derecesine bakın, bana 'savaş mı açıyorsunuz?' diye soruyor. Barut kokan bir odada adamın sorduğu şeye bak! Savaş halinde değiliz sanki!"
Birkaç saat sonra, İngiliz donanması komutanı hükümet konağının kapısından girerek Mustafa Kemal Paşa’nın odasına yöneldi. Nazik fakat öfkeli bir hali vardı. Ruşen Eşref kendisine ne istediğini sordu.
-"Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek istiyorum."
Birlikte odaya girdiler, kapı kapandı.

Amiral:
-"Çok güç koşullar altında bir savaş kazandınız, sizi asker olarak içtenlikle kutlarım. Çanakkale’deki başarınızı rastlantıya borçlu olmadığınız kanıtlandı böylece. Büyük bir askerle tanıştığım için memnunum." diyerek övgüler yağdırmaya başladı.

Paşa, bıkkın bir ifadeyle:
-"Bunları geçin amiral. Çok işimiz var. Asıl konuya gelin" dedi.

Amiral bu tavır karşısında bocalayarak konuya girdi:
-"İzmir’de tebaamız ve sizin azınlıklarınız Ermeniler, Rumlar var. Yeni askeri yönetim altında bu insanların statüsü nedir? Güvende midirler?"
-"Hiç kuskunuz olmasın amiral. Tebaanız ve azınlıklar hükümetimizin koruması altındadır. Suç işlemeyenler, kendilerini güvende sayabilirler"
-"Peki suç isleyenler?"
-"Suç isleyenler, sayın amiral, muhtemelen sizin ülkenizde de olduğu gibi, adaletin huzuruna çıkar. Suçlu olanlar, cezalarını çekerler."
-"Fakat Paşa Hazretleri, fevkalâde günler geçirdik. Yunan ordusundan cesaret alan Rumlar şımarıklık yapmış olabilir. Bugün bu insanlar yerli halkın düşmanlığı ile yüz yüzedirler. Ermenilerin, biliyorsunuz, büyük bir bölümü göçe zorlandı ve önemli bir bölümü hayatlarını kaybetti. Bu ruh haliyle Yunan ordusu ile işbirliği yapmış, bazı Türklere zor günler geçirtmiş olabilirler. Bunlar, fevkalâde günlerin olaylarıdır; bağışlanması, hoş görülmesi gerekir. Eğer bu kişiler halkın husumetine bırakılacak olursa, bütün dünya aleyhinize kıyameti koparır."

Son cümleye kadar amirali sakince dinleyen Mustafa Kemal Paşa,"dünyanın koparacağı gürültü" ile tehdit edilince amiralin sözünü kesti:
-"Üstünlük pozunuzu derhal bir kenara koyunuz amiral! Milletleri tehdit etmekten de vazgeçiniz. İngiltere ve müttefiklerinin kıyamet koparıp koparmayacağını düşünmem bile! Bunlar memleketin dâhili işleridir ve sizin bu işlere karışmanıza da müsaade etmem. Majestelerinin devleti bizim azınlıklarla uğraşmaktan vazgeçsin. Kim ki bize saygı beslemez, bizden de saygı beklemeye hakkı olmaz"

Amiralin yüzü bembeyaz oldu:
-"İngiliz hükümetinin tebaasını her yerde koruma hakkı devletler hukuku teminatı altındadır. Avrupa devletleriyle birlikte arkaladığımız Rum ve Ermenilerin güven içinde bulundurulmasını sadece rica ettik. Yoksa biz bu güvenliği sağlayacak güçteyiz."

Paşa:
-"Arkaladığınız Yunan ordusunun denizde yüzen cesetlerini herhalde görmüş olmalısınız. Ordumuz asayişi sağlamıştır. İzmir limanını donanmanıza kapatıyorum. İsterseniz, tebaanızı gemilerinize doldurabilirsiniz. Donanmanızın en kısa zamanda limanı terk etmesini istiyorum!"

Sert sözler karşısında amiral ne yapacağını şaşırdı:
-"İngiltere’ye savaş mı açıyorsunuz?"

Paşa:
-"Savaş açmak mı? Siz yoksa Sevr antlaşmasının halen yürürlükte olduğunu mu sanıyorsunuz? Biz onu çoktan yırtıp attık bile. Karşımda serbestçe oturuşunuzu, sizi konuk saymama borçlusunuz! Fakat nezaketimizi kötüye kullanmanıza müsaade edemem. Su anda hukuken "barış antlaşması yapmamış" iki devletiz. Savaş hukuku halen yürürlüktedir. Gemilerinizi derhal karasularımızdan çekmenizi size tekrar ve son defa ihtar ediyorum!"

Bir balmumu heykeline döndü amiral... Sert adımlarla girdiği Mustafa Kemal Paşa’nın odasında oturduğu sandalyede küçüldükçe küçüldü ve sonunda kekeleyerek:
"- Affedersiniz !" dedi, yerlere kadar eğilerek geri geri kapıya gidip dışarı çıktı.

Olay kısa süre içinde şehirde duyuldu...
İngiliz ve Fransızlar kendi uyruklarını gemilere bindirmeye başladılar.

Birkaç saat sonra da sessizce çekilip gittiler...
Türkiye Atatürk'tür, Atatürk Türkiye'dir.

22 Ağustos 2012 Çarşamba

KOCAMAN BİR LİNÇ GİRİŞİMİ...





Henüz gelecek vaadeden, genç bir futbolcuyken kesişti Fenerbahçe ile yolları. O zamanlar iyi bir golcü olacağı öngörülüyordu belki, ama kim tahmin edebilirdi ki Fenerbahçe tarihine adının altın harflerle yazılacağını ve bu sebeple Fenerbahçe’ye karşı yapılan operasyonlar çerçevesinde linç edilecekler listesinde en ön sıralarda yer alacağını?

Oysa ki tek amacı futbol oynamaktı genç Aykut’un. Sakarya’da yıldızı parlamış Fenerbahçe’nin dikkatini çekmişti 1980’li yılların sonlarında. Ve 1988 yılında hayallerini süsleyen Fenerbahçe’ye transfer olmuştu. Takım arkadaşları Oğuz ve Rıdvan’la inanılmaz bir uyum sağlamışlardı. Hatta bir sezonda 103 gol atarak büyük bir rekora imza atan takımın en golcü isimlerinden biri olarak bu başarının en büyük mimarlarından biri de kendisiydi. Ama hiç şımarmadı! Hatta tam aksine attıkça mütevazileşti, mütevazileştikçe daha çok attı. 1989 yılında ki unutulmaz 3-0‘dan 4-3‘lük Galatasaray zaferinde ki ilk golün sahibi olsa da, 1996 yilında Trabzon’da cehennemde oynanan maçta takımı şampiyon yapan golü atan kişi olsa da hiç bozmadı kendisini. Hatta o ortamda rakip arkadaşları adına üzüldüğünü söyleme cesaretini bile gösterdi Aykut Kocaman.

Daha sonra ikinci kariyer dönemi başladı. Aykut oldu Aykut Hoca. Ve yine Fenerbahçe ile kesişti yolları. Hiç taviz vermediği kişiliği ve mütevaziliği, Fenerbahçe teknik direktörlüğüyle ödüllendirildi Kocaman’ın. İlk yılında şampiyonluk yaşatması büyük bir başarıydı. Ancak öngörmediği bir saldırı sonucu Fenerbahçe kabuslar yaşamaya başladı. Başkanı sebepsiz yere cezaevine gönderildi, yarattığı muhteşem kadronun en önemli parçaları bir anda elinden kayıp gitti ve takımı Avrupa’dan men edildi. Bütün bu linç girişimleri, öyle bir anda yapıldı ki, ne toparlanmaya zaman vardı ne de eksikleri gidermeye. UEFA’daki işbirlikçileriyle, TFF içinde ki Fenerbahçe düşmanlarıyla, basındaki paralı askerleriyle öyle bir saldırıya geçmişlerdi ki Fenerbahçe’ye karşı, herkes umutsuzluk içindeydi. İşte tam o sırada Başkanı içerde mücadele verirken, Aykut Kocaman’da 1989’da 3-0 mağlupken attığı umut golünün bir benzerini tekrar attı. Gemisini terketmek bir tarafa, dimdik duruşuyla, yürekli söylemleriyle takımını bir arada tutarak, bu mücadelede yönetimine, taraftarına ve futbolcusuna en büyük cesareti ve direnme gücünü verdi. Zaten bu sebepten değilmi sizce de futbolcuların ona olan saygısı, rakip bir futbolcunun bile oyundan çıkarken yanına gelip onun ellerinden öpmesi?

İşte bu sebeple şimdi Aykut Kocaman’ın ismi linç edilecekler sıralamasında en ön sıralarda yer alıyor. Sanıyorlar ki, Fenerbahçe taraftarına Aykut Kocaman’ı hatalı gösterirsek bu taraftar onu yok eder, tıpkı Aziz Yıldırım’a 3 Temmuz sürecinde denedikleri, ama başaramadıkları gibi. Amaçları dik duranları tektek yok ederek Fenerbahçe’yi başarısız kılmak. Tabi ki her insan gibi zaman zaman Aykut Kocaman’ın da hataları olabilir ve tabi ki zaman zaman eleştirebiliriz, ancak kötülükle beslenen zavallıların anlayamadıkları ve görmedikleri birşey var ki, Fenerbahçe’li artık bu oyunlara gelmeyecek kadar bilinçli. Hocasını eleştirse de asla desteğini çekmez ve çakallara yem etmez. Çünkü bilir ki Aykut Hoca bu kulübün KOCAMAN gururudur. 

24 Temmuz 2012 Salı

HASRET BİTTİ...



Sadece bir farkla Başkan seçildiği gün, tek bir hedefi vardı. Bu hedef Fenerbahçe’yi dünya kulüpleri arasına taşımak ve bilinçli taraftar profiliyle kulübünü büyük bir güç haline getirmekti. Bunu yaparken aklında asla rakiplerinin paçasından aşağı çekmek yoktu, herşeyi “fair play” çerçevesinde yaparak, Türk sporuna da hizmet etmeyi hedefliyordu Aziz Başkan. Ancak hesaba katamadığı veya çok fazla dikkate almadığı öyle bir husus vardı ki, her zaman ayağına dolandı, hatta bir sene boyunca özgürlüğunden etti Başkanı. Ama hiçbir engel ve kendisine karşı kurulan ittifak, yolundan döndüremedi Fenerbahçe’nin Efsane Başkanını. Ve herşeye rağmen O, Fenerbahçe’ye ve Türk Sporuna hizmet etmeye devam ediyor, hiçbir hedefinden taviz vermeden.
İlk başkan seçildiği gün, hemen hemen hiç kimse tahmin etmiyordu, Fenerbahçe’nin başına efsane olacak bir isimin geldiğini. Hatta Ali Şen gibi başarılı bir Başkan’dan kurtuldukları için Fenerbahçe karşıtı medya adeta bayram ediyor ve Aziz Yıldırım’ı destekler mana da yazılar yazıyordu. Ancak malum medyanın bu dost tavrı çok uzun sürmedi, çünkü Aziz Yıldırım inanılmaz bir vizyonla hazırladığı projelerini bir bir hayata geçirmeye başlamıştı. Diğer bir deyişle, uyuyan devi sağlam temeller atarak, yavaş, ama emin adımlarla ayağa kaldırmaya başlamıştı Aziz Yıldırım. Kendi potansiyel gücünü harekete geçirerek, taraftarı lisanslı ürün konusunda bilinçlendirerek ve en önemlisi tesisleşmeye öncelik vererek adeta, Türk Sporuna çağ atlatmaya başladığında, malum medyanın ileri görüşlü kalantorlarıda durumu farkederek Aziz Yıldırım’ın açıklarını aramaya başlamışlardı bile, çünkü bu Fenerbahçe dirilişi, Türk Sporunu ve Devletini adeta asalak gibi sömüren bazı camiaların ipliklerini pazara çıkarır olmuştu. Malesef aramalar bir sonuca ulaşamamış, hiç bir Fenerbahçe neferinde bir açık bulunamamıştı. Hal böyle olunca da saray entrikaları başlamış oldu.
Önce Anadolu’da bir Fenerbahçe düşmanlığı yaratılmaya çalışıldı. Her gittiği şehri kalkındıran Fenerbahçe taraftarı, provoke edilmek suretiyle, kötü gösterilmeye çalışılıyordu. Bu da bazı şehirlerin fanatik taraftarlarına karşı işe yaradı ve bolca istenmeyen olay yaşanmaya başladı. Haliyle medya da bu görüntüleri profesyonelce işleyerek Türk futbolunun kötü çocuğunun adını koymuştu. Buna rağmen Aziz Yıldırım “Fair Play” ruhunun dışına çıkmadan çalışıyordu. O Fenerbahçe’ye düşman olmuş Anadolu kulüplerinin hakkını koruyor, gelirlerinin artması için de ayrı bir uğraş veriyordu. Neden mi? Cevabı çok basitti! Bir Kulüp tek başına ancak biryere kadar güçlenebilirdi, ama yarıştıkları da güçlü olursa, bu hem kaliteyi arttırırdı hem de Türk futbolunun kendisini. Sporun içinde olan herkes durumun oldukça farkındaydı aslında, ama kendi kendine ayakta durabilen, idame edebilen kulüplerin varlığı, rantçı bazı kesimleri rahatsız etmiyor da değildi. Her biri tek başına güçlü olan kulüpler, bu zamana kadar gelmiş düzene çomak sokabilirdi, hatta yıllarca ezildiklerinin ve bunun sebebi olanların farkına da varabilirlerdi. O zaman yeni plan Aziz Yıldırım’ı kötü göstermek olacaktı. Tek yol O’nu yok etmekti.
İlk başta diktatör lakabı takılarak, Aziz Yıldırım kötü gösterilmeye başlandı. Ancak bu basit ithamlarla, hayatını Fenerbahçe ve Türk sporuna adamış bir kişi tabi ki de alaşağı edilemezdi. O zaman, yavaş, ama derinden bir kumpas hazırlığı başladı. Etle tırnağı ayırarak, Aziz Yıldırım’ın Fenerbahçe’ye zarar verdiği yalanını kullanarak Aziz Yıldırım yok edilecekti. Bu arada tesisleşme bitmiş, Fenerium’lar para basar hale gelmiş, Fenerbahçe’nin marka değeri inanılmaz artmıştı. Tüm branşlarda şampiyonluklar birbiri ardına geliyor olmuş, inanılmaz bir alt yapı kurulmuş ve bütün branşlarda Avrupa çapında başarılar gelmeye başlamıştı. Olimpiyat oyunlarına en fazla sporcu veren kulüpte Fenerbahçe’ydi. Yani sadece futbol değil tüm branşlarda bir numara olmuştu Fenerbahçe. Bu başarıların da en büyük mimarı Büyük Fenerbahçe Projesini hayata geçiren, her altyapı sporcusunun bile tek tek adını bilen Aziz Yıldırım’dı.Ve bütün bunlara rağmen kurgulanan ve kurgulanması aylar süren operasyonun düğmesine basıldı. 3 Temmuz 2011 günü Fenerbahçe ve Türk Milli Takımları sporcularının Aziz Babaları, komik ithamlar, saçma iddialarla tutuklanarak cezaevine götürüldü. Terörist muamelesi yapılarak tam bir sene hapis yattı, hem de yargılama süreci sırasında.  Orada özgürlüğünden, ailesinden, Fenerbahçe’sinden  yoksun vaziyette sağlık problemleriyle uğraştı. Hayati tehlike bile geçirdi, ancak insafsızlar bunu bile hapiste yatmamak için numara yapıyor diye değerlendirdi. Oysa ki birçok defa benim gibi her stada giden kişi de şahit olmuştur, maçlar sırasında rahatsızlanıp, statta sağlık ekiplerinin kendisine müdahalede bulunduğunu. 
Ama yine de O yılmadı. Tam bir sene sonra, yorgun, bitkin içerden çıktığında yine dimdik ayaktaydı. Herkes işinden gücünden bunalıp en az bir ay yaz tatiline giderken, O sadece bir hafta sonra yine Fenerbahçe’sinin yönetim kurulu toplantısında hazır bulundu. 19.07 tarihinde O’nu yalnız bırakmayan taraftarına sadece merhaba demek için Caddebostan’daydı. Ve orada da hala son sözünün Fenerbahçe olduğunu ve hasretin artık bittiğini müjdeledi onbinlerce taraftara. Bu sözler ve O’nun dimdik ayakta duruşu bile yetti, bir senedir mücadele veren, acı çeken taraftara. Şimdi herkes enerjisini, sinerjisni ve inancını tekrar tazeledi ve mücadele kaldığı yerden devam ediyor. Tek bir farkla, artık Fenerbahçe sporcusu, yöneticisi, taraftarı yetim değil. Başında Efsane Başkanı’yla şimdi daha güçlü, daha inançlı, daha organize. Ha organize demişken, büyüklerimiz yanlış anlamasın Fenerbahçe camiası olarak organize olduk, hakkımızın peşinden koşuyoruz. Eğer bu da suçsa suç işliyoruz hep beraber, cezamızı da çekeriz. Ve şu da unutulmasın her bir Fenerbahçe’linin son sözüde kayıtlara aynı geçer. FENERBAHÇE!
Son olarak! Alışkanlık olmuş bir kere yazımı yine size hitaben birkaç cümleyle bitiriyorum Başkan’ım. Dualarımız kabul oldu ve siz ailenize kavuştunuz. Önce saglığınız,ama sonra hep beraber mücadelemiz devam edecek. Önümüzde ki ilk duruşma da aynı yerde görüşmek üzere diyorum, bu sefer tek bir fark var, adliyeye hep beraber gidip, hakkımız olan masumiyetimizi alıp yine hep beraber döneceğiz inşallah. Ailenizin de gözü aydın, Allah bir daha ayırmasın...

20 Haziran 2012 Çarşamba

KABUSA RAĞMEN FENERBAHÇE...

2 Temmuz gecesi aklımda bambaşka hayaller vardı. Pırıl pırıl kişilerden oluşan, sahada savaşmayı gelenek haline getirmiş, uyumlu bir takımın güçlenerek yeni sezona başlayacağı günü düşündükçe içim kıpır kıpır oluyor, adeta yaz tatiline gitmemek pahasına liglerin bir an önce başlaması için dua ediyordum. Sonra yatağıma yattım ve sabahın ilk ışıklarıyla malum kabus başladı. 
Televizyonlar, gazeteler, sosyal medya çalkalanıyordu. Fenerbahçe yerden yere vuruluyor, Başkanı, yöneticileri, çalışanları çeşitli senaryolarla yerin dibine sokuluyor, futbolcularının emeğine, alın terine adeta küfür ediliyordu. Bütün sezonu eksiksiz takip etmiş bir kişi olarak bu iftiralara bir dakika bile inanmamıştım tabiki, çünkü futbolcuların sahada verdiği savaşı, rakiplerin galibiyet için harcadığı eforu, bu maçlar sırasında Başkanımın heyecandan rahatsızlandığını ve galibiyet sonrası kravatına göz yaşlarını silişini gözlerimle görmüştüm. Her bir puan emeğin, özverinin ve mücadelenin sonucunda gelmişti. Bunu iftiaraları atanlar, bu iftiraları fırsat haline getirip  kapı kapı kupa dilenenlerde çok çok iyi biliyordu elbet. Ama sporu savaş olarak gördükleri için, “savaşta her yol mübahtır” mentalitesiyle rakiplerinin hakkını gasp etmekten de çekinmiyorlardı. 
Bu iddialarla, çamurlarla, koskoca çınarı yıkabileceklerini sandılar. 13 yılda açılan farkı, Fenerbahçe’nin paçasından aşağı çekerek kapatırız diye düşündüler. Ama taraftarın vereceği maddi manevi desteği, sporcuların yapacağı fedakarlıkları hesaba bile katamadılar. 45 milyon euro gibi bir gelirden yoksun bırakırsak, biz bunları rahat yeneriz, günü kurtarırız diye düşünüp, Avrupa’da ki lobilerini kullanarak vatana ihanet etmekten dahi çekinmediler. Yine de yıkamadılar. Son dakikaya kadar nefesimizi enselerinde hissettiler. Belki yarım puanla önde bitirdiler bir sezonu, ama Fenerbahçe heybetinin altında tüm Türkiye önünde ezilmekten kurtulamadılar. Son düdük çaldığında Onlar kupa sevinci yaşarken, tüm dünyadaki aklı selim kişiler Fenerbahçe’yi alkışlıyorlardı ayakta.
Neden mi? Çünkü Fenerbahçe inanılmaz bir mucizeyi gerçekleştiren dünyada ki tek camiaydı. Ve bu vurdum duymaz ülkede gözünü budaktan sakınmayan insanların tümü bu camia çatısı altında toplanmış, isyan ediyorlardı. Yeri geliyor 45,000 kadın ve çocuk görevi devralıyor stadı dolduruyor, yeri geliyor taraftarlar Feneriumlarda ürün bırakmıyorlardı. Rakip stadlarda Şikeci damgası yerken bile Türkiye’nin en doğusundan batısına her taraftar gururla çubuklu formasını üstünde taşıyor, evinin balkonuna, camına bayrağını asıyordu. Futbolcular da bu sevgi karşısında, kendi emeklerine sahip çıkan taraftarın önünde elinden gelenin fazlasını yapıyor, sakatlık, hastalık dinlemeden her maçta özveriyle mücadele ediyordu. İşte buydu alkışın sebebi. Bu dik duruş elbette ki alkışlanacak ve takdir edilecekti. Sen rakibinin paçasından aşağı çekmek için türlü oyunlar oyna, iftiralar at, Avrupalara gidip mesanetsiz iddialarla karala, hatta bunların karşılığını da alarak rakibine karşı avantaj sağla, sonra hiç ummadığın şekilde rakibin yine senin ensende mücadelesini onuruyla versin, son maça kadar da her yıl olduğu gibi şampiyonluk yarışının içinde olsun. Sizce de bu en büyük alkışı haketmezmi? Eder elbet...
Ancak kabul etmek gerekir ki, bütün yaşananlara karşı dimdik ayakta dursa da, 2 Temmuz gecesi yatıpta, Fenerbahçe’lilerin görmeye başladığı rüyanın bir kabus olmadığını da kimse söyleyemez. Tam bir yıl geçti üstünden ve tarih yine 3 Temmuz’u gösterdiğinde, tek dileğim bu kabustan uyanmak olacaktır, sanki hiçbirşey olmamış, Başkanım hiç tutuklanmamış, Fenerbahçe’m bu badireleri hiç yaşamamış ve ülkem de hala adalet varmış gibi. Olur da yine uyanamazsam bu kabustan, şunu da çok iyi biliyorum ki, geçte olsa her gecenin sonu mutlaka aydınlıktır, güneşin doğması gecikse bile, BAHÇE’de ki FENER bu ülkeyi aydınlatacak ışığa sahiptir. Yeter ki bizler o FENER’e tek yürek olarak, enerji vermeye devam edelim. 
Son olarak... Başkanım, artık klasik oldu biliyorum, ancak ben size olan inancımı ve masumiyetinizi haykırmaktan bıkmadım ve bıkmayacağım. Size olan inancımız ve desteğimiz aratarak devam ediyor. Tek endişemiz saglığınız, siz kendinize iyi bakın, biz yine duruşma günü Çağlayan’da bayraklarımızla sizi bekliyor olacağız ve inşallah bu sefer hep beraber oradan ayrılacağız. Allah Sabır Versin.

21 Mayıs 2012 Pazartesi

BURASI TÜRKİYE CUMHURİYETİ




“Burası Türkiye İsrail Değil”... İsrail polisinin, Filistin halkına kullandığı orantısız güç, bir dönemler haber kanallarından hiç eksik olmazdı. Hepimiz içimiz ezilerek izlerdik o görüntüleri. İşte bu görüntülerin tavan yaptığı dönemlerde tribünlerde olan kişilerden, herhalde bu sloganı hatırlamayan, hatta polisin azıcık sertleştiği anlarda söylemeyen de yoktur. Ancak 12 Mayıs gecesi, Fenerbahçe taraftarı polisten öyle bir zulüm gördü ki, bunu televizyonlarından izleyen Filistin halkı, şimdi muhtemelen İsrail’de yaşadığı için şükrediyordur, hatta sert bir müdahale ile karşılaştığında “Burası İsrail Türkiye Değil” sloganını atmaya başlamıştır bile, diye düşünüyorum.

12 Mayıs akşamı, henüz maç başlamadan, Bağdat Caddesi, Kalamış ve stadın önü yine sarı laciverte boyanmış, genci yaşlısı, kadını erkeği herkes bayram havasında üzerlerinde formalarla sokaklara dökülmüştü. Taraftarda en ufak bir negatiflik, taşkınlık, hatta stres bile yoktu. Maçın sonucundan çok takımlarının o ana kadar verdiği mücadele önemliydi onlar için. Kızdıracak, kavga edecek, tahrik edecek rakip taraftarda zaten uzun zamandır stada alınmıyordu. Sözün özü herşey güllük gülistanlıktı. Ta ki polis gereksiz şekilde asabiyet yaratana kadar. Gerçi bu son aylarda hep olağan birşeydi. Çağlayan’a desteğe gidilir, polisten plastik mermi yenir, Sarı Meleklerin Avrupa Şampiyonluğu ile döndüğü gün havaalanına karşılamaya gidilir, melekleri taşıyan otobüs polisler tarafından tekmelenir ve biber gazı sıkılır ve bu gayet normal karşılanırdı bazı çevrelerce. Maç günü de o günün sonunda olacaklar, polisin sert tavrı sayesinde belli olmuştu.

Maç başladı, statta en ufak bir taşkınlık yoktu, devre oldu yine sadece destek sesleri yükseliyordu tribünlerden. Ve maç bitti, hem de istenmeyen bir beraberlikle, yani şampiyonluk yarım puanla kaçırılmış oldu, ama yine en ufak bir taşkınlık olmuyordu statta. Melo ve Eboue uygunsuz hareketlerle karakterlerini belli ederken bile statta sadece Fenerbahçe’ye alkış vardı. Açıkcası bunu ben bile beklemiyordum. Sonra her ne olduysa o kendini bilmez polisin ilk darbesi ve sonucunda başlayan arbedeyle başladı. 3 Temmuzdan beri her ortamda polisin orantısız güç kullanmasıyla mağdur olan Fenerbahçe taraftarı, o an yaşanan üzüntünün ve uğranan haksızlığında etkisiyle çileden çıktı ve polisi protestolara başladı. Poliste cevabını özürlülerin ve çocukların çok olduğu yere biber gazı sıkarak verdi. Bu arada stadı terkeden taraftarlarda aynı muameleye stad çıkışında maruz kalıyorlardı. Tribünlerde nefes alınamıyor, stadın dışına aynı sebeple çıkılamıyor, koridorlar da insanlar perişan, çocuklar ağlıyor, engelliler yerinden kımıdayamıyor ve en kötüsü astım ve solunum yolu hastalığı olanlar hayatta kalma mücadelesi veriyorlardı. İşte herşey tam da burada patlak verdi. Taraftarların bir kısmı kendilerini sahaya attı, bir kısmıda izdihamı göze alarak stad dışına çıkmaya çalıştı. Her iki kesimde can derdindeyken, bir de polisin coplu saldırısına uğradılar. Kadın erkek, çoluk çocuk demeden herkese aynı muamele reva görülürken, kimse kusura bakmasın insanlarda buna isyan etmeyecek değildi ve toplum psikolojisi ile bu isyan heryeri savaş alanına çevirdi. Sonuç olarak tanıdığım tanımadığım birçok kadın, erkek, çocuk, polis, güvenlikçi geceyi hastanede geçirmek zorunda kaldı. Tek teselli bu geceden, tarihe kara leke olarak yazılacak bir ölüm haberinin gelmemesiydi. 

Sonuç olarak, duyduğum kadarıyla, güvenlik güçlerinden bazı kendini bilmezlerin neden olduğu bu olaylar, mağdur olan taraftarlarımız tarafından yargıya taşınmış ve taşınmaya devam etmekteymiş. Umarım yüce adaletimiz bu davaların sonucunda vereceği kararla herkese bir kez daha gösterir ki BURASI TÜRKİYE CUMHURIYETİ’dir ve burada herkesin sığınacağı bir adalet vardır.


 Son olarak bir konuya daha değinmek istiyorum. Başkanımızın 20 Mayıs günü yapılan  genel kurulda rekor oyla tekrar görevine devam ediyor olması, Fenerbahçe’nin bu süreçte tek yürek olduğunun kanıtıdır. Birilerinin ima ettiği gibi kongre üyeleri desteğini çekmemiş, tam aksine Başkanına ve Fenerbahçe’sine tüm benliğiyle destek vermeye devam etmiştir.  Sayın Başkanımı canı gönülden tebrik ediyorum ve Çağlayan’da ki bekleyişimizin kendisi çıkana kadar süreceğini tekrar tekrar  herkese duyurmak istiyorum. Allah Sabır Vermeye Devam Etsin Başkanım!

23 Nisan 2012 Pazartesi

Fenerbahçe Yıkılmıyor...


3 Temmuz’da ne iftiralara uğradı, ne badireler atlattı bu kulüp. Başkanı sırf hizmetleri nedeniyle, özgürlüğünden yoksun edilirken, yanında diğer Fenerbahçe hizmetkarları yöneticilerimiz ve kulüp çalışanlarımızda vardı. Medya vurdukça vurdu, siyaset yorumcuları, kendilerini spor yorumcusu ilan ederek, aldıkları talimatlarla, Fenerbahçe’yi idam, Başkanı ve spor adamlarını hain ilan ettiler. Yetmedi, oylarımızla koltuklarında oturanlar, utanmadan ince ince çalışıyoruz mesajları verdiler, Avrupa’yla dirsek temasında bulunan lobi sahipleri yemeden içmeden, yargılanması başlamamış davada suçluyu ilan edip, futbolun patronlarına sözlü olarak kesinmiş gibi bilgiler aktardılar. Bu uğraşların sonucu, takımdan ayırlmak zorunda kalan futbolcular, gidilemeyen Avrupa kupaları, borsada kaybedilen paralar ve en önemlisi dünyada kaybedilen prestij oldu. Peki becerebildilermi, yıkabildilermi koca çınarı bu yaptıklarıyla? 
Tabi ki hayır. Fenerbahçe’yi kendileri gibi sandılar. Koca çınarın kökünü görmediler. Bugünlere gelirken, neden büyük ilan edildiğini anlamadılar, taraftarının senin için ölürüz diye bağırmasını sadece tezahurat sandılar. Ama ne koca çınarın bir dalını kırabildiler, ne de etle tırnağı, yani Fenerbahçe ile taraftarını birbirinden ayırabildiler. Söyledikleri yalanların, attıkları iftiraların birine bile inanmadı büyük Fenerbahçe’nin büyük taraftarı. Her iftiraya karşı, daha da fazla dik durdu, camiasının önünde adeta siper oldu Fenerbahçe’li. Çağlayan’da başkanına ve yöneticilerine güç verdi, ordan salonlara, statlara gidip sporcusunun yanında oldu cefakar taraftarlar. Başkanı bu sayede hapishanede güç buldu, sporcuları sahada daha fazla mücadele etti arkasında ki bu destekle. Sonuç olarak yıkılmadı Fenerbahçe. Ne sahada, ne adliye de, ne de dünyanın gözünde.
22 Nisan akşamı da öyle bir maç vardı ki, tüm Türkiye sesini soluğunu kesti maç saatini bekledi. Onur savaşı verenlerle, fırsatçıların bu sezon üçüncü karşılaşmasıydı bu. Son maçta beraberliğe sevinen taraf, bu sefer kendi sahasında, şampiyonluğu garantileyecek 3 puani arıyordu. Hayatında tek sevindiği beraberlik, taraftarının her şartta özveriyle gösterdiği birlik ve beraberlik olan tarafsa, deplasmanda, alınterine atılan iftiranın hesabını sormak için oradaydı. Başkanımıza yapılan haksızlık bitmeden futbol yazmama kararıma uyarak yine detaya girmiyorum, ancak Stoch’un hayalleri yıkan golünden de bahsetmeden geçemiyorum. Her neyse sonuç Fenerbahçe’nin 2-1 galibiyeti oldu. Ve Türkiye bir kez daha gördü Fenerbahçe’nin Yıkılmadığını, Yıkılamadığını. 
Şimdi Fenerbahçe daha fazla yakın şampiyonluğa. Sporcular daha inançlı, taraftarlar daha  dirençli. Artık daha da zor Fenerbahçe’yi yıkmak. Belki iki kupayı birden alır Fenerbahçe, belki de ikisini birden kaybeder, bunu zaman gösterecek, ancak bir gerçek var ki her iki kupada da sonuna kadar mücadele edecek tek takımdır Fenerbahçe ve sonuç her ne olursa olsun, bu atlattıklarına rağmen hala bu kadar tepedeyse, bu kadar iddialıysa bu Fenerbahçe haketmiştir bütün kupaları. Eğer sezon başında elinden alınanlar düşünülürse, Başkanının içerde olduğu, kaybettigi futbolcular, bozulan maddi durumlar gibi, herşeye rağmen hala buralarda olmak Fenerbahçe’nin büyüklüğündendir. Türkiye’de 4 büyük var derler, Fenerbahçe dışındaki diğer üçünü birleştirin, iddia ediyorum, bu zorluklara 3ü bir yerde olarak bile bu kadar dik duramazlardı. Sonuç olarak, sezon nasıl biterse bitsin bu senenin şampiyonu Fenerbahçe’dir, ama biz kaybedersek kupamızı isteriz  diye de ağlamayız kimse korkmasın, çünkü Fenerbahçe’li olmak, kupaya tapmak veya kupa için her türlü pisliğin içinde olmak değildir. Fenerbahçe’li olmak koşulsuz sevmek, şerefinle mücadele etmektir.

Son olarak Başkanıma bir sözüm var. Başkanım geçen ay çok dua ettim, o sayıyı sevdikleriniz yanınızdayken  okuyun diye, ne yazık ki olmadı. Sizin için dualarımız devam ediyor. Her geçen gün suçsuzluğunuza olan inancımız daha da artacak. Tek endişemiz sizin moraliniz ve sağlığınız. Yine o gün Cağlayan’da olacağız ve sizi bekleyeceğiz, ta ki oradan beraber çıkacağımız güne kadar. Sabırlar Diliyorum.

20 Mart 2012 Salı

Sevindiren Beraberlik...

3 Temmuz sabahında yaşadıklarımızdan sonra, değil futbol maçı, sporun herhangi bir dalını yorumlamaktan bile hiç haz etmiyorum açıkcası. Başkanımın, Türk sporunu geliştirmek için bütün mesaisini harcarken, komik nedenlerle hapse düşmesi, sadece beni değil, aklı selim düşünen herkesi spordan soğuttu adeta. Bu süreçte sevindirici tek bir şey vardı o da, Fenerbahçe taraftarının dosta düşmana örnek olarak gösterilmesi gereken beraberliğiydi. Beraberlik deyince aklıma geldi, bir de geçtiğimiz ay ki derbi vardı, sonucu beraberlikle bitip, rakibimizi sokaklara döken. 3 Temmuz sonrası maç yazmama kararı aldığım için, derbideki futbolu yazmayacağım, ancak maç içinde yaşanan, bazı olaylar vardı ki bahsetmemekte olmazdı. Nedendir bilinmez, basınımız, olaylardan bahsederken, sebep olan baş kahramanları es geçti. Fenerium altta, Galatasaray yedek kulübesinin önünde olan biri olarak işte size derbinin ve yaşanan bazı olayların detayları.
17 Mart akşamı saat sekizde, herkesin beklediği derbi başladığında, gergin geçeceği herkes tarafından biliniyordu. Bir tarafta Başkanı, Yöneticileri ve Çalışanları komik sebeplerle içerde tutulan, futbolcuların deyimiyle “yetim kalmış”, buna rağmen dimdik ayakta duran Fenerbahçe, diğer tarafta kaosla beslenmeyi adet haline getirmiş, kaotik ortamların lider takımı Galatasaray vardı. Maçın başlama vuruşuyla birlikte 52,000 kişilik, muhteşem Fenerbahçe taraftarı marşlarla, tezahuratlarla ortalığı inletmeye başladı. İnanılmaz atmosferle birlikte Fenerbahçe golleri de buldu. Yenilen gollerin etkisindenmi, 1999 yılından beri gelen ezikliğin verdiği hırs ve nefrettenmi bilinmez ama gelen goller sonrası, yedek kulübesinde  iki kişi vardı ki maçı bırakıp tribünleri tahrik etme görevini üstlendiler. Ve hocalarının başının çizilmesine sebep oldular.Peki kimdi bu olayın asıl kahramanları? Herkesin yakından tanıdığı Türk futbolunun meşhur isimleri Hasan Şaş ve Ümit Davala’dan başkası değildi. Sonrası malum, Fatih Terim’in çizilen başı ve bunu dünya meselesi haline getirip Fenerbahçe’ye en ağır cezayı verdirmek için çabalayan malum niyetli basın mensuplarının yoğun çabası. Muhtemelen de Galatsaraylıların medar-ı iftiharı olan bu muhteşem ikili amaçlarına ulaşmış ve Fenerbahçe’ye ceza aldirmayı başarmışlardır. Artık rahatça uyuyabilirler diye düşünüyorum. Tabi bu arada olayları yakinen gördüğüm için de şunu net olarak söyleyebilirim ki bütün yaşanan olaylar polis kamerasına net olarak yansımıştır. Ve umarım güvendiğimiz adalet, yeni çıkan sporda şiddet yasasıyla birlikte, bu olayları tetikleyen kişilere gereken cezayı vererek herkese eşit yakınlıkta olduğunu gösterir ve gelecekte muhtemel tahriklerin önüne geçmiş olur.
Her neyse, maça dönecek olursak, 2-2’li beraberlikle sonuçlandı. Bu sonuç Fenerbahçe’lileri üzerken, Galatasaray’da bir bayram havası yaşattı. Duyduğuma göre Floraya’da sabaha kadar meşaleler, şarkılar eşliğinde beraberlik kutlamaları yapılmış. Bir Fenerbahçe’li olarak rakibin bu hareketi bile benim neden Fenerbahçe ile gurur duyduğumu, neden Fenerbahçe’li olduğumu en iyi şekilde anlatıyor. Çünku bir Fenerbahçe'linin sevindiği tek BERABERLİK, 3 Temmuz'dan beri, verdiği savaşta dosta düşmana gösterdiği BERABERLİK olabilirdi ancak. Bu sebeple kendimle ve tüm taraftarımızla binlerce kez daha gurur duydum. 

Son olarak eğer okuyorsa, bir kaç cümlede  Başkanıma yazmak istiyorum. Büyük Başkanım, umarım bu ay derginin bu sayısını, ofisinizde veya evinizde, sevdiklerinizle beraber okuyor olursunuz. 30 Mart günü Çağlayan’da sizi bekliyor olacağız ve adalet tecelli ederse hep beraber oradan ayrılacağız, lütfen siz moralinizi yüksek tutun, biz taraftarlar her zaman yanınızdayız ve sizi çok seviyoruz. 

18 Ocak 2012 Çarşamba

Çocukluğumun Kahramanı Elveda!

En büyük zevkimdi, büyükbabamla birlikte Fenerbahçe maçlarını radyodan dinlemek veya televizyon veriyorsa, tv'den izlemek. Yanyana otururduk koltuğa, babaannem su böğreğimizi çayımızı hazırlar, elimde küçük bayrağımla izlemeye başlardık Fenerbahçe'yi. Büyükbabam, hiç sıkılmadan anlatırdı bana, pozisyonları, sahadaki oyuncuları ve atılan gollerdeki marifetleri. En çokta maçı yaşamasını severdim. Bir de ballandıra ballandıra eski futbolcuları, maçları anlatırdı ki, muhtemelen futbol sevdamın kaynağıda buydu. Çok iyi Fenerbahçe'liydi rahmetli büyükbabam, ancak rakibin de hakkını verirdi, kim iyiyse o kazansın derdi. Öyle maç hikayeleri vardı ki, dinlemekten hiçbir zaman sıkılmadım ve en çokta Lefter'i dinlemişimdir muhtemelen. Bu yüzden hiç izlemesem de, saha da görmesem de, stilinide, sahadaki özelliklerini de çok iyi bilirim Ordinaryus'un. Hatta hikayelerini dinledikten sonra, rüyalarımda aynı sahada, aynı formayı terlettiğim bile olmuştur, Ordinaryus'la. Bana çok asist yapmıştır ve uykumdan birçok kez tebessümle kalkmama vesile olmuştur, hiç sahada izlemediğim efsanemiz. Sonra okul yıllarımda serviste, sınıfta, mahallede girdiğim tartışmalarımın en büyük silahlarından biri de Ordinaryus'tu. Haftayı mağlubiyetle kapatsak bile, büyükbabamın anlattığı hikayelerle rahatça alt edebiliyordum arkadaşlarımı ve tartışmadan hep başım dik, gururla ayrılıyordum. 
Yaşım ilerledikçe, Fenerbahçe tarihine ilgim daha da arttı, o zaman iyice anladım ki, Lefter, golden ibaret değilmiş. Büyük bir kaptan, kocaman kalpli bir insan ve gerçek bir efsaneymiş. Önceliği herzaman bayrağını göğüsünde taşıdığı ülkesi ve Fenerbahçe'siymiş. İşte bunları okuyunca, dinleyince, kendisine olan hayranlığım daha da fazlalaştı. Sanki ailemden biriymiş gibi sevdim, saydım, hatta hayatta yapılacaklar listesine bile yazdım, adaya gidip elini öpecektim, Fenerbahçe'li olarak yaşattığı gurur için teşekkür edecektim. Malesef bu konuda vefasızlık ettim, erteledim ve gidip öpemedim o mübarek elini. Bu sebepten çok ama çok üzgünüm. Bu konuda ki tek tesellim, camiamızın, başkanımızın ve büyük taraftarımızın vefasıdır. Henüz hayattayken, dikilen heykeli, adının konulduğu tesis, eminim ki çok mutlu etmiştir Ordinaryus'u. O'na hepimizin duyduğu minneti bir nebze de olsla hissettirmiştir diye düşünüyorum. Bu sebeple de Fenerbahçe Spor Kulübü'nde her kim ön ayak olmuşsa bu vefalı hareketlere, hepsine çok teşekkür ediyorum. Vefa konusunda da Türkiye'de tek olduğumuz içinde ayriyeten gurur duyduğumu söylemek istiyorum.

...ve son sözüm sana Büyük Kaptan, Efsanevi Futbolcu, Ordinaryus Lefter Baba,  gidişin hepimizi derinden yaraladı. Seni gören, görmeyen butün Fenerbahçe sevdalılarının gözü yaşlı, yüreği buruk. Ama Fenerbahçe'yi Fenerbahçe yapan kişilerden biri olduğun için, bize zeki, çevik, ahlaklı sporcunun tanımını yaşayarak gösterdiğin için ve en önemlisi barışın, sevginin elçisi olduğun için herkes sana minnettar. Senin gibisi bir daha ne zaman gelir veya gelirmi bilinmez, ama söz veriyoruz ki, dedelerimizden, babalarımızdan dinlediğimiz seni, senin Fenerbahçe'ni çocuklarımıza ve torunlarımıza da anlatacağız. Anlatacağız ki, onlarda senin gibi tertemiz duygularla çubuklunun peşinde olsunlar. Anlatacağız ki, fenerbahçe'ye hizmet ederken senin gibi gönülden, menfaatsizce etsinler. Ve anlatacağız ki, belki onlarda birgün senin kadar kabiliyetli olurlarsa, senin kişiliğinde olup, Fenerbahçe'nin yeni Lefter'leri olsunlar. Bayrağı gururla, onurla taşısınlar, tıpkı senin bayrağı devrettiğin Cemil gibi, Alex gibi, diger efsanelerimiz gibi. Mekanın Cennet Olsun Büyük Ordinaryus, Fenerbahçe'ye kazandirdıkların için tekrar tekrar Teşekkürler. Rahat Uyu Çubuklun Bizlere Emanet. Seni Asla Unutmayacağız! Unutturmayacağız!


11 Ocak 2012 Çarşamba

Bizim İçin Dayan Lefter...

Hiç seyretmek nasip olmadı çıplak gözle, ama babalarımızdan defalarca, bıkmadan, usanmadan dinledik hikayelerini, büyük bir keyifle. Hatta maç seyrederken, top gol olmadığında "Lefter olsa atardı", filelerle buluştuğunda "Heeyyt Lefter'misin be" laflarını duyduk her seferinde.

Bu sebeple izlemeye yaşı yetmeyen bizim neslin içinde ukte kalmıştır, Lefter'i sahalarda görememek. Ama O'na söylenen sloganlarla büyüdük hepimiz. Tarihimizden bahsederken, hep cümleye O'nun ismiyle başladık. Babalarımızın en güzel futbol hikayelerinde hep O'nun adı oldu, bizlerde gururla dinlediklerimizi, zamanı gelince evlatlarımıza anlatacağız ve Lefter hikayeleri nesiller boyu bütün Fenerbahçe'lileri gururlandıracak.

Ama ögrendim ki, malesef hastalanmış yıllarca bize doktor olan Ordinaryus'umuz! Yaşam mücadelesi veriyormuş, hastanede! İnanmadım, inanamadım çünkü Efsaneler asla hastalanmaz, hem de Fenerbahçe'si bu durumdayken, O'nun desteğine ihtiyacı varken!

Ordinaryus, bu kadar şaka yeter, giy formanı dön sahaya. Bak pazu bandını tutuyor Alex, koluna takmak için! Milyonlarca çubuklu formalı tribünde senin adını haykırıyor! Bu zamanda pes etmek olmaz, biz babalarımızdan böyle dinlemedik seni! Sen en zor günde çıkıp sahaya kurtaran değilmiydin Fenerbahçe'yi?
Yıllarca tribünlerde babalarımız haykırdi "Ver Lefter'e Yaz Deftere" diye. Ordinaryus biliyoruz "Bitti Kalem Doldu Defter", ama şimdi de Fenerbahçe İçin Dayan Lefter!  Allah Yardımcın Olsun!

Seni Seviyoruz... Hiç izlemesekte senin için ağlıyoruz ve dua ediyoruz... DAYAN!