22 Aralık 2011 Perşembe

Onur Savaşının Hikayesi

3 Temmuz gününden itibaren, ortada iddianame dahi olmadan suçlu ilan edilen, yerden yere vurulan, yıpratılan bir camia, hala dimdik ayakta, hala davasının arkasında sapasağlam duruyor. Bu duruş birilerini fazlasıyla rahatsız ederken, kendi camialarında asla göremeyecekleri bir hareketide, için için imrenerek izlemelerine sebep oluyor. Ancak tabiki de hiçbir zaman dillendiremiyorlar bu imrenmeyi, aksine eleştirerek camianın direncini kırmaya çaba sarfediyorlar. Ligin 16. haftasına kadar da ne alınan kötü bir sonuç, ne iddianamede ki tutarsız iddialar, ne de televizyonlardaki kendini medya mensubu sanan şarlatanlar bu dirence gram zarar veremedi. Ve ligin 16. haftası geldi çattı! Fenerbahçe'nin Trabzonspor'la, yani masa başında şampiyon ilan edilmek istenen, hatta sırf bunun için Şampiyonlar Ligine Fenerbahçe yerine gönderilen kulüp ile, maçına.

Normal şartlarda, Fenerbahçe'nin Trabzonspor'la maçları sadece Trabzon'lular tarafından önem teşkil eder, Fenerbahçe camiası için sıradan maçlardan sayılırdı. Bu sebeple Kadıköy'de, Galatasaray, Beşiktaş derbileri gibi ne ekstra güvenlik önlemi alınır, ne de özel bir hazırlık yapılırdı taraftarlarca. Ancak bu sene farklıydı, kendi kendisini Fenerbahçe yerine şampiyon ilan eden, her fırsatta Fenerbahçe'ye sataşarak prim yapmaya çalışan yöneticilerin olduğu bir camiaylaydı bu maç. Yani 3 Temmuz günü atılan iftiranın bir nevi aklanma macıydı. Herkes ilk günden beri bu maça konsantre olmuştu. Sporcular hırsla, Türk basınının malum kalemleri kışkırtıcı sözleri ve yazılarıyla, Trabzonspor camiasıda ortamı gerecek açıklamaları ile maça fazlasıyla hazırdı. Buna karşın Fenerbahçe camiası, sessiz sedasız, sportmenlik anlayışına yakışır şekilde, söyleyecek tüm sözlerini sahada söylemek üzere açıklamalara yanıt vermeden, maç saatini bekliyordu. Herkes, Fenerbahçe taraftarından, taşkınlık, aşırı nefret ve maçı oynatmayacak kadar büyük tepkiler bekliyordu, hatta rakip camianın ve yandaş basının her kelamı da tahrik içindi. 

Neyse maç günü geldi çattı. Öğlen saatlerinden itibaren, Kadıköy civarında, maç günleri görmeye alışık olduğumuz renkler, yine heryerdeydi. Coşku yerini malum sebeplerden dolayı, öfkeye ve hırsa bırakmıştı, ancak yine de sağduyu sayesinde, bu öfke ve hırs sadece gözlerde, yani bakışlarda yer alıyordu. Akşamüstüne doğru, Kalamış, Bağdat Caddesi, Kadıköy meydanı ve tabi ki stadın çevresi maç havasına girmişti bile. Herkesin dilinde Fenerbahçe marşları, üstlerinde çubuklu forma, ellerinde bayraklar vardı. Stada girildiğinde, kulaklara hoperlörlerden gelen şarkılar, gözleri dolduracak cinstendi. Ancak beklentinin aksine ne şiddet içeriyordu ne de birilerinin umduğu gibi hakaret! Tribünler tıklım tıklımdı, ancak kurallar gereği rakip takım taraftarı yoktu, fakat esas yadırganacak olay, Trabzonspor yönetim kuruluda takımlarını yalnız bırakmıştı bu maçta ve koltukları bomboştu. Protesto adı altında korkudanmı, yoksa yaşayacakları sonucu görmemek içinmi yaptılar bilinmez! Ama koltuklarının boş olduğunu gördüğümde, futbolcularını hangi şartta olursa olsun hiçbir maçta yalnız bırakmayan, Fenerbahçe'min Başkanıyla, Yöneticileriyle bir kez daha gurur duydum.

Ve saat 19:00'ı gösterdiğinde bütün sezon herkesin sonucunu merak ettiği maç başladı. Beklendiği gibi takımlar arasında kalite farkı daha ilk dakikalardan görülmeye, kimin neden o kupayı geçen sezon evine götürdüğü, net bir şekilde anlaşılmaya başlandı. Tesadüfmü bilinmez ama gol 23. dakikada 38 numaralı Mehmet Topuz'dan gelmişti. Ve dakika ile golü atan futbolcunun forma numarasının toplamı Trabzon'un plakası olan 61'i gösteriyordu, bu da güzel bir espri konusuydu. Golden sonra Fenerbahçe birçok karşı karşıya pozisyon yakaladı, ancak değerlendiremedi, ama skorun tek farklı olmasına rağmen takım Fenerbahçe taraftarına maçı rahat ve galibiyetten emin seyrettirdi. 90. dakikada düdük çaldığında, sonuç tek farklı galibiyet olsa da, iki takım arasında tek farktan fazla gömlek farkı olduğu aşikardı. Bunun gururda biz taraftarlara yeterdi.

Maç sonunda Fenerbahçe taraftarının sürprizi de görülmeye değerdi. Maçın bitimiyle beraber bütün stad hepberaber Cem Yılmaz'ın "Av Mevsimi" filmiyle tüm Türkiye'nin diline doladıği Karadeniz şiveli "Hayde" şarkısını söylemeye başladı. Ne de olsa Fenerbahçe için de "Hamsi Avı Mevsimi" başlamıştı ve tüm Türkiye geçen sezon neden Fenerbahçe'nin şampiyon olduğunu birkez daha hatırlamıştı. Futbolcular da alın terlerine sürülmeye çalışılan lekenin cevabıni yine alın terleriyle vererek, bu sezonunda en büyük şampiyon adayı olduklarını dosta düşmana göstermiş oldular. Sıra maç sonunda ki demeçlere geldiğinde, Türk basını, rakip camia yine kendi özüne dönerek, gündemi saptırma çabalarına girselerde, rakip takım hocası yine "Hakemler hakkında yorum yapmak istemiyorum, ama....." ile başlayan cümleler kursa da aklı selim her insan, istesede istemese de tüm gerçekleri tekrar bu maçla hatırlamış oldu ve objektif olanlar Sezar'ın hakkını Sezar'a vermek zorunda kaldı.


Son olarak, açıkça söylemem gerekirse, bu maçta ki galibiyete sevinmemin tek nedeni, futbolcu kardeşlerimin dosta düşmana gerçekleri göstererek üzerlerine sürülen çamuru bertaraf etmeleridir. Yoksa 3 Temmuz'dan beri söylediğim gibi, ne galibiyetler beni sevindiriyor ne de mağlubiyetler üzüyor. Orada Başkanım, Efsanem, Yöneticilerim, Emekçilerim manevi işkence görürken, ben sporu düşünemiyorum. Bütün kupalarımızıda, onların adil yargılanması karşılığında vermeye bir Fenerbahçe taraftarı olarak razıyım. Yeter ki bu ülkede adalet olsun, hakkaniyet yerini bulsun, nasılsa Büyük Fenerbahçe Camiası fazlasıyla o kupalardan kazanır ve tarihinde ki gibi tertemiz bir şekilde tekrar yerine koyar...