22 Aralık 2011 Perşembe

Onur Savaşının Hikayesi

3 Temmuz gününden itibaren, ortada iddianame dahi olmadan suçlu ilan edilen, yerden yere vurulan, yıpratılan bir camia, hala dimdik ayakta, hala davasının arkasında sapasağlam duruyor. Bu duruş birilerini fazlasıyla rahatsız ederken, kendi camialarında asla göremeyecekleri bir hareketide, için için imrenerek izlemelerine sebep oluyor. Ancak tabiki de hiçbir zaman dillendiremiyorlar bu imrenmeyi, aksine eleştirerek camianın direncini kırmaya çaba sarfediyorlar. Ligin 16. haftasına kadar da ne alınan kötü bir sonuç, ne iddianamede ki tutarsız iddialar, ne de televizyonlardaki kendini medya mensubu sanan şarlatanlar bu dirence gram zarar veremedi. Ve ligin 16. haftası geldi çattı! Fenerbahçe'nin Trabzonspor'la, yani masa başında şampiyon ilan edilmek istenen, hatta sırf bunun için Şampiyonlar Ligine Fenerbahçe yerine gönderilen kulüp ile, maçına.

Normal şartlarda, Fenerbahçe'nin Trabzonspor'la maçları sadece Trabzon'lular tarafından önem teşkil eder, Fenerbahçe camiası için sıradan maçlardan sayılırdı. Bu sebeple Kadıköy'de, Galatasaray, Beşiktaş derbileri gibi ne ekstra güvenlik önlemi alınır, ne de özel bir hazırlık yapılırdı taraftarlarca. Ancak bu sene farklıydı, kendi kendisini Fenerbahçe yerine şampiyon ilan eden, her fırsatta Fenerbahçe'ye sataşarak prim yapmaya çalışan yöneticilerin olduğu bir camiaylaydı bu maç. Yani 3 Temmuz günü atılan iftiranın bir nevi aklanma macıydı. Herkes ilk günden beri bu maça konsantre olmuştu. Sporcular hırsla, Türk basınının malum kalemleri kışkırtıcı sözleri ve yazılarıyla, Trabzonspor camiasıda ortamı gerecek açıklamaları ile maça fazlasıyla hazırdı. Buna karşın Fenerbahçe camiası, sessiz sedasız, sportmenlik anlayışına yakışır şekilde, söyleyecek tüm sözlerini sahada söylemek üzere açıklamalara yanıt vermeden, maç saatini bekliyordu. Herkes, Fenerbahçe taraftarından, taşkınlık, aşırı nefret ve maçı oynatmayacak kadar büyük tepkiler bekliyordu, hatta rakip camianın ve yandaş basının her kelamı da tahrik içindi. 

Neyse maç günü geldi çattı. Öğlen saatlerinden itibaren, Kadıköy civarında, maç günleri görmeye alışık olduğumuz renkler, yine heryerdeydi. Coşku yerini malum sebeplerden dolayı, öfkeye ve hırsa bırakmıştı, ancak yine de sağduyu sayesinde, bu öfke ve hırs sadece gözlerde, yani bakışlarda yer alıyordu. Akşamüstüne doğru, Kalamış, Bağdat Caddesi, Kadıköy meydanı ve tabi ki stadın çevresi maç havasına girmişti bile. Herkesin dilinde Fenerbahçe marşları, üstlerinde çubuklu forma, ellerinde bayraklar vardı. Stada girildiğinde, kulaklara hoperlörlerden gelen şarkılar, gözleri dolduracak cinstendi. Ancak beklentinin aksine ne şiddet içeriyordu ne de birilerinin umduğu gibi hakaret! Tribünler tıklım tıklımdı, ancak kurallar gereği rakip takım taraftarı yoktu, fakat esas yadırganacak olay, Trabzonspor yönetim kuruluda takımlarını yalnız bırakmıştı bu maçta ve koltukları bomboştu. Protesto adı altında korkudanmı, yoksa yaşayacakları sonucu görmemek içinmi yaptılar bilinmez! Ama koltuklarının boş olduğunu gördüğümde, futbolcularını hangi şartta olursa olsun hiçbir maçta yalnız bırakmayan, Fenerbahçe'min Başkanıyla, Yöneticileriyle bir kez daha gurur duydum.

Ve saat 19:00'ı gösterdiğinde bütün sezon herkesin sonucunu merak ettiği maç başladı. Beklendiği gibi takımlar arasında kalite farkı daha ilk dakikalardan görülmeye, kimin neden o kupayı geçen sezon evine götürdüğü, net bir şekilde anlaşılmaya başlandı. Tesadüfmü bilinmez ama gol 23. dakikada 38 numaralı Mehmet Topuz'dan gelmişti. Ve dakika ile golü atan futbolcunun forma numarasının toplamı Trabzon'un plakası olan 61'i gösteriyordu, bu da güzel bir espri konusuydu. Golden sonra Fenerbahçe birçok karşı karşıya pozisyon yakaladı, ancak değerlendiremedi, ama skorun tek farklı olmasına rağmen takım Fenerbahçe taraftarına maçı rahat ve galibiyetten emin seyrettirdi. 90. dakikada düdük çaldığında, sonuç tek farklı galibiyet olsa da, iki takım arasında tek farktan fazla gömlek farkı olduğu aşikardı. Bunun gururda biz taraftarlara yeterdi.

Maç sonunda Fenerbahçe taraftarının sürprizi de görülmeye değerdi. Maçın bitimiyle beraber bütün stad hepberaber Cem Yılmaz'ın "Av Mevsimi" filmiyle tüm Türkiye'nin diline doladıği Karadeniz şiveli "Hayde" şarkısını söylemeye başladı. Ne de olsa Fenerbahçe için de "Hamsi Avı Mevsimi" başlamıştı ve tüm Türkiye geçen sezon neden Fenerbahçe'nin şampiyon olduğunu birkez daha hatırlamıştı. Futbolcular da alın terlerine sürülmeye çalışılan lekenin cevabıni yine alın terleriyle vererek, bu sezonunda en büyük şampiyon adayı olduklarını dosta düşmana göstermiş oldular. Sıra maç sonunda ki demeçlere geldiğinde, Türk basını, rakip camia yine kendi özüne dönerek, gündemi saptırma çabalarına girselerde, rakip takım hocası yine "Hakemler hakkında yorum yapmak istemiyorum, ama....." ile başlayan cümleler kursa da aklı selim her insan, istesede istemese de tüm gerçekleri tekrar bu maçla hatırlamış oldu ve objektif olanlar Sezar'ın hakkını Sezar'a vermek zorunda kaldı.


Son olarak, açıkça söylemem gerekirse, bu maçta ki galibiyete sevinmemin tek nedeni, futbolcu kardeşlerimin dosta düşmana gerçekleri göstererek üzerlerine sürülen çamuru bertaraf etmeleridir. Yoksa 3 Temmuz'dan beri söylediğim gibi, ne galibiyetler beni sevindiriyor ne de mağlubiyetler üzüyor. Orada Başkanım, Efsanem, Yöneticilerim, Emekçilerim manevi işkence görürken, ben sporu düşünemiyorum. Bütün kupalarımızıda, onların adil yargılanması karşılığında vermeye bir Fenerbahçe taraftarı olarak razıyım. Yeter ki bu ülkede adalet olsun, hakkaniyet yerini bulsun, nasılsa Büyük Fenerbahçe Camiası fazlasıyla o kupalardan kazanır ve tarihinde ki gibi tertemiz bir şekilde tekrar yerine koyar...

24 Kasım 2011 Perşembe

MİLLİ REZALET

Türkiye'de dostu düşmanı birleştiren, husumeti bitirip tek yürek olmayı sağlayan tek bir şey varsa, o da vatan ve bayrak sevgisidir. Milli mücadele herşeyin üstünde gelir Türk milleti için. Futbol da bu milletin ortak olarak en büyük zevk aldığı spor ve aktivitedir. Her kahvede, her sokakda, her okulda, her işyerinde kısacası her sosyal alanda, belki de en çok konuşulan konudur futbol. Cebinde parası olmayana, aşk acısı çekene, okulunda başarısız olana, işinden kovulana, bir müddetliğine de olsa dertlerini unutturan tek şeydir,  tuttuğu takımın bir galibiyeti. 

Türk Milli Futbol Takımı vardır bir de, hem formasında en değer verdiğimiz, uğruna canımızı feda ettigimiz bayrağımız vardır, hem de futboldur işte, hani belki de tek sosyal hayatımız olan, dertlerimizi unutturan. Yani bizleri gönül olarak bir araya getiren, tuttuğumuz takımların da üstünde bizi birleştiren yegane takımdır Futbol Milli Takımımız. O'nun için tek yürek oluruz, O'nun için marşlar söyleriz ve O'nun formasını giyen her sporcuya, takımı ne olursa olsun, ayrı bir sevgi ve saygı duyarız. Yani ben bunu büyüklerimden böyle öğrenmiştim, yani ben bunu böyle bilirdim, bugünlere kadar. Gerçi benim için hala Milli Takımım kutsaldır, desteğim ebedidir, ancak üzülerek gördüm ki birileri için artık böyle değilmiş. Neden mi? Gelin hatırlayalım nedenini ve bizi bu duruma nelerin getirdiğini.

Avrupa kupalarına katılmak için çok önemli maçlar vardı önümüzde. 3 Temmuz sabahı, kendisini futbola adamış Başkanımız başta olmak üzere, spor adamları, sporcular ve spor yöneticileri, bir anda özgürlüklerinden yoksun bırakıldıar. Herkes nedenini merak ederken, bu kişilerden bir savunma beklerken, bir anda gizlilik kararı alındı ve herkes olan bitenden bihaber bırakıldı. Bu durum malum güç odaklarının ve kaostan beslenenlerin işine geldi ve malesef bilgi kirlilikleriyle, taraftarların arasına nifak tohumlarını sokmaya başladılar yavaş ve derinden. Tabi insanlarda ister istemez etkilenip, olana, olmayana, ama inanmak istediklerine, aradan seçip, inanmaya başladılar. Bu durum ister istemez, futbolun içindeki her kişide gerginlik, huzursuzluk yarattı. Daha sonra, görevinde daha çok yeni olan, atanmış TFF, iddianamesi bile çıkmamış, gizlilik kararı olan bir davada, açıkça söylemeden, yargısız infazda bulunarak, adaletsiz davranışıyla ikinci bombayıda koymuş oldu, Türk futbolunun üstüne. Yapılan talihsiz açıklamalarda üstüste gelince, haliyle haksızlığa uğrayanlarda gerilmiş oldular.

Bu arada devletin, Türk sporuna(!) kazandırdığı stad olan TT Arena'nın da bu süreçte, bütün milli maçlara ev sahipliği yapması kararı alındı. İlk oynan maçta Fenerbahçe'li Emre'nin hedef alınması, aslında gelecekte olacakları gösteriyordu, üzerinde Ay-Yıldız olan futbolcuya rakip takım oyuncusundan fazla tepki gösterme olayına bir kez de Trabzon Avni Aker'de tanık olmuştuk, ama üzerinden çok zaman geçmişti. Her olayda bire bin katan basınımız nedense Emre'ye yapılan hakaret dolu sözleri görmezden gelerek, bir sonra ki maçta ağzından salyalar saçarak hakaretler yağdıracak güruha da cesaret vermiş oldu. Ve Avrupa Kupalarına katılma yolunda ki en önemli maça gelinmişti. Hırvatistan maçlarına. Maçın ilk ayağı, tabi ki TT Arena'daydı. Opersayon sürecinden ve bu dönemde alınan yanlış kararlardan dolayı, zaten önceden birbirine düşürülmüş olan futbolculardan  kurulu olan bir takımdan oluşuyordu Milli Takımımız. Maça da böyle bir ruhsuzlukla başladılar bu doğru ve beklendiği gibi goller de geldi. Bu durumdan faydalanan ve nefretlerini ortaya çıkarmak için bahane arayan taraftar grubuda, hemen eylemine başladı ve sadece Fenerbahçe'li diye, dakikalarca kalecimiz Volkan'a küfürler savurmaya başladı. Küfürler sırasında, Volkan'ın ne şikeciliği kaldı, ne şerefsizliği ne de burada yazamayacağım şeyleri. Volkan'da bir süre sonra haklı olarak dayanamayıp, döndü ve protesto etti o grubu. Bu da basındaki kaostan beslenenlerin beklediği hareketti! Ve ertesi gün bütün senaryolarını bu hareket üzerine kurdular ve Volkan'a art niyetle saldırmaya başladılar. Ancak yine unuttukları bir konu vardı. Fenerbahçe'nin büyük taraftarı, bu taraftar herşeyi gördü ve futbolcusuna yine sahip çıktı. 

Sonuç olarak, Fenerbahçe taraftarı Volkan'ı bağrına basarak, bu olaydan en az zararla kurtulmasını sağladı. Ancak bu görev, taraftardan önce, temsil ettiği Milli Takımın yöneticilerinindi ve ne yazık ki, TFF yöneticilerinden,  ne bu olayı bir kınama ne de futbolcusuna sahip çıkma eylemi geldi. Hatta tam aksine rövanş maçında ceza Volkan'a kesildi ve Milli Takım kadrosunda yer almadı. Bu basiretsiz hareket yetmiyormuş gibi, üzerine Federasyon'un üst düzey yetkililerinin yaptığı talihsiz Fenerbahçe'yi eleştiren açıklamalarda işin cabası.  Son olarak yazıma Volkan'ın ne kadar doğru olduğu kanıtlanan sözüyle son vermek istiyorum "BİZ BİZE YETERİZ"

7 Kasım 2011 Pazartesi

BAYRAM MESAJI

Kötü günler geçirdiğimiz, şehitler verdiğimiz ve depremlerde birçok canlar kaybettiğimiz, bu talihsiz dönemde, umarım Kurban Bayramı bir nebze de olsa, kötü günleri unutturur hepimize ve beraberinde güzellikleri, adaleti ve mutluluğu getirir ülkemize. 

Tabi bu sene bayramın ilk gününün 6 KASIM'a denk geliyor olması da güzel ve anlamlı bir tesadüf, bu vesile ile Galatasaraylı kardeşlerimizinde Bayramını ayrı bir parantezle kutlamak isterim... ;)

İYI BAYRAMLAR TÜRKIYE

2 Kasım 2011 Çarşamba

Mutlu Yıllar Başkanım....

Büyük Fenerbahçe'nin Büyük Başkanı Yeni Yaşın Beraberinde, Adalet, Özgürlük ve Hakkaniyetide Getirsin.... 








ASLA YALNIZ OLMAYACAKSIN!

29 Ekim 2011 Cumartesi

BAYRAM MESAJI

Uğruna sayısız şehitler verdiğimiz Cumhuriyetimizin, 88. yılını kutluyorum. Yüce Önderimiz Atatürk'ün ve bugüne kadar bu Cumhuriyet için canını vermiş tüm şehitlerimizin ruhu şad, mekanları cennet olsun.


 NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!

26 Ekim 2011 Çarşamba

Federasyondan Bir Skandal Karar Daha....

Önce direnç göstereme ve UEFA'nın tavsiyesi diye bir bahane ortaya atarak iddianamesi bile çıkmadan, sen yüzyıllık bir kulübü suçlu ilan ederek Şampiyonlar Ligine gönderme. Ama bunu yaparken de O takıma yurtiçinde ceza verebilecek yürek olmasın sende veya iftira olduğunu bildiğin için, sonrasında başına geleceklerden korkarak kararın sonunu getireme. Sonra insanlar birbirine girer endişesiyle, derbi maçlardan korkar hale gel. Ey Federasyon, bu mu senin adaletin?, Bu mu senin kriz yönetim şeklin? Bu mu senin futboldaki çözümün?

Basiretsiz, korkak, birilerinden alenen emir alarak yönetilen bir kurumdan aslında hiçte yadırganmaması gereken kararlar üstüste futbolun kafasına kafasına vuruyor adeta. Fenerbahçe'ye yapılan ve neden yapıldığı herkes tarafından rahatlıkla görülebilen bir haksızlığın ardından hiçbir duruş gösteremeyen Futbol Federasyonu, skandallara resmen birbir imza atıyor. Bunun sebebi ya ülkenin gündemini değiştirmek, basiretsiz iktidara rahat bir nefes aldırtmaktır, ya da şakülü kaymış federasyon yöneticilerinin, panik halinde adımlar atmaya kalkışmalarıdır. Sebep her ne ise, liglerdeki komik play off sisteminden sonra, futboldan adeta uzaklaştırılmak istenen taraftarlara ikinci darbe de şu an itabariyle vurulmuştur. Derbi maçlara deplasman taraftarı giremeyecek! Futbolun, Türkiye'de, doğduğu günden beri insanlar, derbi maçları izlemek için yanıp tutuşur. O günlere, düğün, sünnet, yemek organizasyonları, arkadaş toplantıları, vs. konulmaz çünkü maç izlenecektir. Bilet bulabilen statta, bulamayan tv'de izler maçı. Taraftarlar sadece o günlere özel pankart, slogan organize eder ve kimileri için bu maçlarda alınan galibiyet şampiyonluktanda önemlidir. Şimdi çıkmış aklı evelin biri, derbilere rakip taraftar sokulmasın kararı almış, sebep olarakta olası bir şiddetten bahsediliyor. Peki bu şiddetin sebebi ne? Bunca yıl maçlara herkes gidip gelmişken, güvenlik tam sağlandığında ne olmuş statlarda? Birkaç münferit olaydan başka hiçbirşey.... Peki şimdi neden bu korku? Çünkü şu an devleti, ligi ve adaleti yöneten kişiler öyle akıl almaz skandallara imza attı ki, öyle nefret tohumları ektiler ki sonuçlarından korkar oldular.

Ey federasyon, öncelikle Fenerbahçe Beşiktaş maçında ne gibi bir problem çıkabilir ki? Her iki takımda mağdur durumda, birbirini ispiyonlamış değil. Eğer korkun varsa, bu maçlar için değil, Fenerbahçe'ye iftira atanlarla, Fenerbahçe maçları için  önlem al. Kaldı ki Fenerbahçe taraftarı senin düşündüğün gibi de değildir, o maçlarda da maçını seyreder, protestosunu yapar gider. Bekleme hiç, statta adam öldürme, yaralama, dövme gibi şeyleri. Hatta inanmıyorsan, daha bu sene oynanan, basketbol maçlarına bak. Fenerbahçe Trabzon maçında sahaya bir kişi girmiş mi? Bir Trabzonlu sporcu darp edilmişmi? İzle maçın videosunu, gör. Ve korkma! Bu ülkede futbol varsa derbiler sayesindedir. Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray derbilerinde rakip takımı içeri almamak, zarardan başka hiçbirşey getirmez. Trabzon'mu onu derbiden sayan yok zaten, ama polis etraflıca önlem alırsa, o maçtada her iki şehirde burun bile kanamadan biter. Ey Federasyon inanmıyorsanız kendiniz giyin üzerinize Trabzon formalarınızı gelin Kadıköye, bizim misafirimiz olun, anlayın demek istediklerimizi....

24 Ekim 2011 Pazartesi

Özlenen Kadıköy Günleri...

Yer sarı, gök lacivert olurdu Kadıköy'de maç günleri. Herkes formasını giyer çıkar gündüzden sokaklara, maç heyecanını, coşkusunu yaşardı, ailesiyle, sevgilisiyle veya dostlarıyla beraber. Belki önce Kalamış'a inilir orada yemekler yenilir veya Bağdat caddesinde üzerinde çubukluyla yürüyüşler sonrası bir kafede, çay kahve içilirdi. Ufak ufak tezahuratlar başlar, maç havasına girilirdi, sokaklarda. Maç bileti olan şanslı azınlık oralardan stada doğru yürümeye başlar, diğerleri de doğru maçı izleyecekleri mekanlara veya evlerine doğru yolakoyulurdu. Herkesin içinde aynı heyecan, aynı coşku ve maç galibiyetle sonuçlansın diye aynı dualar, dinler, ırklar ayrıda olsa, aynı amaç uğruna dileklerde bulunulurdu. Genellikle öfke değil, coşku hakim olurdu gözlere ve yüreklere. Kısacası maç günü Kadıköy'de karnaval demekti, eğlence demekti, heyecan demekti. Maç günü Kadiköy'de en çok beklenen gündü. Hem de çok yakın zamana kadar!

Daha sonra bir kara bulut çöktü Kadıköy'e. Ve bir sabah uyandığımızda Fenerbahçe için varını yoğunu ortaya koyanlar özgürlüklerinden olmuş, yargılanmak üzere tutuklanmıştı. Gazetelerde boy boy resimler ve iddialar yer alıyordu, ancak olayın nedenini, iddiasını açıkça bilen yoktu. Daha iddianamesi bile açıklanmadan, savunma hakkı bile verilmeden onlarca kişi tutuklanmıştı. Hala da bu skandal adaletsizlik düzeltilmiş değil. Fenerbahçe taraftarıyla, işte böyle bir zamanda buluştu, statta. Her çalan marşta, söylenen tezahuratta, akan gözyaşında bu haksızlıklara isyan vardı Kadıköy'de ki ilk taraftarlı maçta, ve herkes emindi ki, Başkanı, Yöneticileri ve Neferleri adaletli bir şekilde yargılanma sürecine girmeden de bu öfke, gözyaşı ve isyan dinmeyecekti. Hiçkimse bundan daha kötüsünün başımıza gelebileceğine ihtimal vermiyordu.

Ancak Kadıköy'de ki o kara bulutlar, bir sonbahar günü tüm Türkiye'yi sardı malesef. 20 Ekim sabahı, öyle bir haber geldi ki doğudan, içimiz öyle bir yandı ki duyduklarımızdan, işte bu üzüntüyü hiçbirşeyle karşılaştıramazdık. 24 tane gencecik vatan evladı, teröre kurban gitmişti ve şehitlik mertebesine yükselmişlerdi, henüz hayatlarının baharlarındaydılar, annelerinin bir taneleriydiler ve babalarının gelecekteki gurur kaynakları olacaklardı. Neden? Bizler evimizde rahatça uyuyalım diye! Neden? Ay ve Yıldız ilelebet bu topraklarda dalgalansın diye Neden? Bu vatan bölünmesin diye! 
Astsubay Kıdemli Başçavuş İbrahim Geçer - Konya (Akşehir)
Jandarma Üsteğmen Murat Bek (Yozgat)
Jandarma Er Koray Özel - Adana (Feke)
Uzman Çavuş Mustafa Aslan - Çorum
Jandarma Komando Onbaşı Yavuz Çoban - Aksaray
Er Eyüp Çolakoğlu - İstanbul
Piyade Astsubay Bilal Özcan - Bilecik
Jandarma Çavuş Birol Elmas - Sakarya
Piyade Er Ufuk Bozkurt - Kırklareli (Vize)
Jandarma Komando Er Süleyman Kalkan - Isparta (Yalvaç)
Jandarma Komando Er Mehmet Çetin - Aydın (Nazilli)
Jandarma Er Mesut Cengiz - Hatay (İskenderun)
Er Mehmet Ağgedik - Elazığ
Er Reşit Ercan - Elazığ
Uzman Çavuş Halil Özdoğru - Sinop
Piyade er Fikret Özel - Samsun
Jandarma Er Fevzi Kazak - Gaziantep
Er Yunus Yılmaz  - Ankara
Piyade Çavuş İdris Çam - Kahramanmaraş
Er Hüseyin Güldal - Kocaeli
Jandarma Piyade Onbaşı Soner Ateşsaçan - Artvin (Yusufeli)
Onbaşı Mesut Kazanç - Erzurum
Er Ramazan Akın - Ağrı (Hamur)
Piyade Er Ahmet Tuncel - Bitlis (Mutki)  
.... ve tüm diğer şehitlerimiz;
Hepinizin mekanı cennet olsun, size söz veriyoruz ki, canınızı verdiğiniz bu uğurda bizlerde canımızı vermekten hiçbir zaman çekinmeyeceğiz. Rahat uyuyun ve ruhunuz şaad olsun.


Bu üzüntüden sonra ne maçın heyecanı kaldı içimizde ne de zaten uğranan haksızlıklardan dolayı takmadığımız maç sonucunun bir ehemniyeti. İşte tam da bu üzüntüyle, isyanla, öfkeyle maça gitmeye hazırlanırken, maç sabahı, herşey üstüste geliyor dedirten, o haber geldi. Kara bulutlar, dağılmaya başlamadığı gibi, daha da çoğalmıştı. Van'da 7.3 büyüklüğunde deprem! Ve 50'nin üstünde hayatını kaybeden ve yüzlerce yaralanan vatandaşımız! Hayatını kaybedenlere Allah'tan Rahmet, Ailelerine baş sağlığı dilemekten ve elimizden geldiğince maddi yardım etmekten başka çaremiz yok malesef. Bunun üstüne de ne yazsak malesef birşey ifade etmeyecek. 

Maç saati gelip çattığında, Fenerbahçe ikinci kez taraftarıyla buluşacağı gün, alınan şehit haberleri, deprem felaketi, Kadıköy'de ki 3 Temmuz sonrası hüzünü kat ve kat arttırmıştı. Sarı lacivert olan tribünlerde hakim renk bu sefer siyahtı ve ellerde sadece Türk bayrakları, dillerde milli marşlar vardı. Zaten böyle bir haftada nasıl futbol düşünülebilirdi ki?  Takım sahaya simsiyah t-shirtlerle çıktığında, ellerinde de bir pankart vardı futbolcuların. Önce maraton tarafına gösterdiler. Merakla ne yazılabilir, ne ifade edilebilir böyle bir günde diye düşünürken, benim oturduğum tribüne çevrildi pankart. Tam da aklımdan geçen, duygularıma tercüman olan şey vardı siyah pankartın üstünde. Hiçbirşey! Bomboş siyah bir pankarttan başka ne daha iyi anlatabilirdi ki duygularımızı, öfkelerimzi ve hüznümüzü. Düşünenlerin eline sağlık. Ve maç başladı, duygusuzca, ruhsuzca ve isteksizce. Her iki takım oyuncularıda, yabancısıyla, Türküyle öylesine bir maç oynadı işte! Ve o pankart gibi bir sonuçla son düdük çaldı. Akılda kalan tek şey, şehitlerimiz, depremde giden canlar ve terör örgütüne duyulan öfke oldu.

Umarım bu kara bulutlar, ülkemin ve camiamın üzerinden bir an önce kalkar ve bu sene başladığından beri özlemini çektiğimiz güzel Kadıköy günlerine geri döneriz, Devletimizin ve Adaletimizin ülkemize ve bireylere sağladığı can, mal ve özgürlük haklarıyla birlikte.



12 Ekim 2011 Çarşamba

Sarı Meleklere Destek...

Pazar akşamı Süper Kupa finali için Sarı Melekleri Desteklemeye gittik Eren'le. Sonuç malesef maglubiyet oldu, ama Armamızın Gururu Sarı Meleklerin Canı Sağolsun.....

Zaten bu sene hiçbir dalda sonuca bakmadan takımlarımızın peşindeyiz, yapılan haksızlıkların bedelini Onlar ödemeyecekler......

NAZ AYDEMİR ne yazık ki maçı tribunden izlemek zorunda bırakıldı...TVF umarım bunun hesabını öder!

Söz Konusu Fenerbahçe'ye Destekse Yaş Teferruattır...

Suçlamalar, cezlar, komik uygulamalarla sindirilmeye çalışılan, kulübüne desteğini kesmedi diye, iftiraları kabullenip Başkanını satmadı diye, komik bir cezayla takımından ayırılan Fenerbahçe taraftarı, sokaklarda, cezaevi kapılarında, hastanelerde hep destek çıkarak camiasına, sabırla bekledi takımıyla buluşacağı günü. Hep ertelendi, hep ertelendi, ama sonunda büyük buluşma gerçekleşti..... İşte size oğlumla beraber yaşadığım o muhteşem gün...  İçim buruktu belki, ama aylardır da bu günü bekliyordum....

...Ve beklenen gün gelmiş, Fenerbahçe taraftarı, aşkıyla, kendi evinde buluşacaktı. Aylar öncesinden alınan yeni formalar ütülenmiş, bayraklar ortaya çıkmış ve o buluşma günü, günler öncesinden beklenmeye başlamıştı. Maç İBB takımıylaydı ve Fenerbahçe'nin 1 sıra önünde ilk 4 hafta da liderlik koltuğunda oturuyordu. Yani normal şartlarda maçın sonucu önemliydi, ancak bu buluşmada ki coşkuyu, yapılan haksızlıklara isyanı, hiçbir sonuç etkileyemezdi. Bizim evde de durum böyleydi. İstanbul programı yapılmış, formalar, atkılar hazır, İstanbul'a ailecek gidilecekti. Ve inaılmaz şekilde Eren'de 3,5 yaşında olmasına bakmadan, holigan ruhuyla hazırdı maça gitmeye. Ancak sonra küçük bir aksilik oldu ve plan iptal oldu. Maça maç sabahı araba ile tek başıma gidecek ve akşamına da dönecektim. Bu durumda yorgunluk olur diye Eren'i de götürmeme kararı almıştım.  Sabah kalktık, Eren gelmeyi istemesin diye, çeşitli aktiviteler, eğlenceler planlamıştı annesi, sabah ilk iş dedesinin yanına gönderdik ki, ben rahatça evden kaçabileyim, ama orada duymuş benim gideceğimi ve hemen eve dönmek istemiş, "Babam bana söz verdi, bensiz gitmez" demiş. Ben de bu lafı duyunca, bir babanın sözünün ne kadar önemli olduğu fikriyle, bir an da O'nu da götürme kararı aldım yanımda. Giydi formasını ve atladı arabaya.

Yolculuk başladı, ancak daha ilk dakikalardan sancılı bir gidiş olacağı belli olmuştu. Daha gişelere varmadan, Eren'in midesi bulanmış ve kusmuştu. Daha yolun başındayız diye, O'nu eve bırakmayı önersemde Eren holigan ruhundan birşey kaybetmeyerek yola devam etmek istediğini, aksini söylersemde yaygarayı koparacağıni belli etmişti bana. Biraz oyalandıktan sonra devam ettik yola ve otoban üzerinde ki ilk mola yerimize kadar kazasız belasız geldik. Vardığımızda Eren yaklaşık yarım saattir uyuyordu, ancak birşeyler yemesi gerektiği için uyandırmak zorunda kaldım. Burger King'i görünce uykusu birden açıldı ve oyuncaklarıyla beraber, çocuk menüsünü aldı ve keyifle yemeğini yerken, o sırada maça gitmekte olan diğer Fenerbahçe'lilere de tebessüm atmayı ihmal etmedi. Yaklaşık 1 saatlik, yemek yeme, oyun oynama, tuvalet ve şekerci ziyaretinden sonra, tekrar yola koyulabildik. Eren hemen uyumuştu ve rahatça devam ediyorduk yola. İstanbul girişine geldiğimizde saat 16:00 civarıydı ve trafik vardı. Eren'de uyanmış, sıkılma belirtileri göstermeye başlamıştı. Trafikte dur, kalk yapmaktan yine midesi bulanmıştı ve bu sefer tam olarak arabanın içine yediklerini çıkarmıştı. İşte bu tam bir fiyaskoydu! Yarım saatte yol kenarında temizlik, üst değişim işleri ile uğraştıktan sonra yola devam ettik.

17:15 civarında, Suadiye'ye gelebilmiştik. Kombine kartlarımız halamın evindeydi, orda kuzenlerle buluşup, maça beraber gidecektik. Çok zamanımız kalmadığı için Eren'e 10 dakika yemek yedirip hemen çıktık evden ve stada doğru yola koyulduk. Bağdat Caddesi her zamanki gibi sarıy lacivertti, ancak her zamanki atmosferin aksine, insanların yüzünde coşku değil daha çok öfke belirgindi. Maçın başlamasına az bir süre kala stada girdik. İlk adımımızı attığımızda içimde her zamanki heyecan, mutluluk ve stadın güzel ışıklarını görme sabırsızlığı belirmeye başlamıştı. Eren'e baktım, gözleri faltaşı gibi açılmış etrafına bakınıyor, ve statta çalan marşa mırıldanarak eşlik ediyordu. Sonra birden, aylardır, bize yapılan haksızlıklara karşı yapılmış, her dinlediğimde gözlerimden yaşların aktığı o marş başlamıştı "Asla Yalnız Olmayacaksın". Bir baktım Eren'de öğretmediğim halde marşı söylüyordu. O anda da gözlerim doldu ve kendimi zor tuttum.

Ve saat 19:00 olmuştu bile, maç düdüğü çaldığı anda duymaya alışık olduğumuz ondan geri sayım ve o muhteşem tezahurat tribünleri sardı. Göz ucuyla Eren'e baktığımda elindeki çekirdekleri fırlatmış zıplamaya başlamıştı bile. İşte o an anladım oğlumun "çekirdekçi taraftar" denilenlerden olmayacağını ve ilerde boğazı patlayıncaya kadar takımına destek olacağını. Sonra düşünceler kafamda bir anda yok oldu ve aylardır özlemini çektiğim Fenerbahçe'mi konsantre bir şekilde izlemeye başladım. Başkanımız cezaevinden çıkana kadar daha önce de söylediğim gibi, futbolun kalitesinin, iyi oyunun ve sonucun hiçbir önemi yok benim için, bu sebeple maçın güzel anlarını, Alex'in, Stoch'un ve Gökhan'ın muhteşem oyunlarını yazmayacağım, Başkanım ve arkadaşları canlı izleyemezken, hiçmi hiç içimden gelmiyor yazmak, nispet yaparmış gibi. Bu sebeple Eren'in hikayesi olarak devam ediyorum.



Maç bittiğinde takım haklı galibiyetini almıştı ve birazcıkta olsa morallenmişti. Stattan hemen çıkmadık ve takımın bütün tribünleri tek tek gezerek selamlamasını izledik. Eren zevkten dört köşeydi, ne de olsa 4 gol görmüştü ve 4 kere tanıdığı tanımadığı kişilerin omuzlarında gol sevincini kutlamıştı. Stad boşaldığında, biz hala içerdeydik ve Eren'i gitmek için ikna etmeye çalışıyordum. O ısrarla Alex'le Volkan nerde, ne zaman tekrar sahaya çıkacaklar diye soruyor, bu arada koltukların arasında, maç sonu çalan ve bitmek üzere olan marşlarla dansederek benden kaçıyordu. Gerçekten komikliği görülmeye değerdi! Sonra bir şekilde yakaladım, omzuma aldım ve stattan çıktık. Her ikimizde çok yorulmuştuk. Bağdat Caddesinde yemek yiyip yola koyulduk. Eren arabaya bindiği dakikada horlamaya başlamıştı ve bende bunu fırsat bilip, hiç durmadan Ankara'ya dönmüştüm. Pazartesi günü Eren'i annesi okuldan almaya gittiğinde, bütün herkes biliyormuş Eren'in günübirlik maç macerasını. Artık beni ayıpladılarmı, çocuğa bu yorgunluğu yaşattığım için, deli mi dediler arkamdan bilinmez, ama oğlumla yaşadığım maç maceralarımızdan aldığım zevki başka hiçbirşeyden alamaz oldum. Küçük oğlumda iki yaşını bitirsin, O'nu da sabırsızlıkla bekliyorum diğer yanımda. Ne dersiniz? Çok mu erken? Ama Ağaç Yaşken Eğilir!


15 Eylül 2011 Perşembe

Neyleyim Ben Galibiyetleri...

Haftalar geçti, o uğursuz günün üstüne, ama ne olanlar akıllardan çıktı, ne  yapılan hatalar düzeltildi, ne de  elinden özgürlüğü alınan kişiler haklarına yeniden kavuşabildi bugüne kadar. Taraflı tarafsız herkes, bu durumun yanlışlığı konusunda hemfikir ve biran önce hukuki şekilde düzeltilmesi gerektiğini düşünüyor, tıpkı tüm camiamız gibi. Hayat devam ediyor lafını doğrularcasına, geciken liglerin 10 Eylül günü başlaması ve Fenerbahçe'mizin her türlü olumsuzluğa rağmen ayın 12'sinde sahaya çıkıp, herkese nispet yaparcasına, dimdik ayakta 3 puanı alması bile, Fenerbahçe'liyim diyen kişileri tebessüm etirmeye yetmemiştir. Başkanımız ve yöneticilerimiz o 4 duvardan çıkmadan da kimse Fenerbahçe'lilerden ve hayatında birazcıkta olsun adalete inanan kişilerden bu tebessümü beklemesin.

12 Eylül akşamı sahada dimdik, hırslı, güçlü bir Fenerbahçe vardı. Evet bu doğru, ancak bu demek değil ki bu takım  badireleri kolayaca atlattı, hatta bütünüyle geride bıraktı. Öncelikle iyi bilinmeli ki, başka bir camianın başından geçse böyle bir olay, ki düşmanımın başına bile hukuksuzluk gelmesini istemem, emin olun şu an yıkılmış, bitmiş, yerlerde sürünüyordu. Ancak söz konusu Fenerbahçe olunca, taraftarının stadlarda, söylediği tezahuratların, sadece sözde kalmadığı gerçeğide herkes tarafından anlaşılmıştır diye düşünüyorum. 

Evet bu süreçte taraftar da, bazılarının beklediğinin aksine, Kulübüne öyle bir destek oldu ki, taraflı tarafsız herkesin ağızı açık kaldı. Başkanına vurdular, Metris'lerde sabahladı, Elinden Şampiyonlar Ligini aldılar, sokakta oynasanda, kaldırımları tribün yaparız diyerek, kombinelere akın ettiler, Kulübü 45 milyon Euro zarara uğrattılar, 1 günde 1 milyon TL gelir elde ettirdiler, yetmedi tanıdık, tanımadık her Fenerbahçe'liye hediye olarak taraftar kart yollayarak 1 milyon taraftar kart hayaline soyundular. Bu destekler hala inanılmaz şekilde devam ederken, Başkanlarını, Yöneticilerinide ihmal etmediler, UEFA, TFF, Başbakanlık, Cumhurbaşkanlığı ve HSYK'yi de mesaj yağmuruna tutarak, herkesin dikkatini bu adaletsizliklerin üstüne çektiler. Haksızlık yapan bazı kesim basını da sert dille uyararak, protestolara başladılar. 

İşte bu destek sayesinde, düştüğü yerden daha da kuvvetli kalkan Fenerbahçe 12 Eylül akşamı, sahaya çıktı. Hazırlık maçında aldığı ceza yüzünden taraftarından ayrı da olsa, son dakikada en önemli 3 oyuncusu satılmışta olsa,o formanın gücüyle Kadıköy'e ayakbastı Alex'imiz ve arkadaşları. Üzerlerinde Aziz Yıldırım resimli t-shirtler, yüzlerinde öfkeyle karışık, gururlu bakışlar vardı. Boş tribünlere karşı sahaya adım attıklarında, tahmin ettikleri ama bu kadarda olmaz dedirten bir atmosferle karşılaştılar. Sanki taraftar ordaydı, tam da yanlarındaydı! Çıkan gürültü öyle yüksekti ki, birçok Kulübün taraftarı stadın içindeyken bile bu sesi çıkartamazdı. Fenerbahçe taraftarı yine yapmıştı yapacağını ve tezahuratta söylediği sloganın yalan olmadığını birkez daha göstermişti tüm dünyaya, evet slogandaki gibi "kaldırımları tribün yapmış"tı ve yalnız bırakmamıştı çubuklu sevdasını. Zaten futbolcularda Onlar tribündeymiş gibi, çıkıp selamladılar boş tribünleri ve Başkanlarına da kalbimiz seninle mesajını vermek adına üzerlerindeki t-shirleri çıkartıp üzerlerinden, tek tek serdiler orta sahadaki başlama vuruşu noktasına ve etrafına. İşte bu destekle, KOCAMAN motivasyonla ve tertemiz yürekleriyle futbolcularımız bu maçtan da galip ayrıldılar ve yıkılmayacaklarını herkese gösterdiler.

Maç bitti, skor tabelası takımımız lehine 1-0'ı gösteriyordu, bir de Alex'in inanılmaz bir rövaşatası vardı ki, normal zaman olsa, bütün yazımı bu hareket üstüne yazabilirdim. Ancak malesef içimde ne böyle bir heves var, ne de galibiyeti kutlayacak kadar moralim. Maç bitti, çubukluya olan desteğimi tabiki sonuna kadar verdim, ama 90 dakika sonunda yine gerçeklerle yüzleşmek zorunda kaldım malesef. Başkanım'ın, Yöneticilerimin ve diğer neferlerimizin hala o dört duvar arasında olduğu gerçeği tekrar aklıma geldi. İşte o dakika içimde ne galibiyetin sevinci, ne güzel pozisyonların keyifi ne de aylardır sahada izlemek için beklediğim, yanıp tutuştuğum Fenerbahçe'min sahadaki görüntüsünü görmenin tadı kaldı. İşin özü sahadaki Fenerbahçe'de olsa, işin içinde adaletsizlik varsa ve birileri özgürlüğünden uzak kalmışsa "Neyleyim Ben Galibiyetleri"

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Geciken Adalet!

Türkiye Futbol Federasyonu, uzun zamandır beklenen kararını nihayet açıkladı. 15 Ağustos akşamüstü yapılan açıklama ile, sezarın hakkı sezara, şampiyonun kupası şampiyona verilmiş oldu. Yani ligler tekrardan tescillendi ve kaldığı yerden devam edecek kararı verilmiş oldu. Her ne kadar karar doğru olsa da, geç bir karar olması sebebiyle, kulüpleri büyük zarara uğrattığı, insanları gereksiz yere strese soktuğu ve taraftarları isyana sürüklediği gün gibi aşikardır diye düşünüyorum.  Ve soruyorum, bu sebeplerden dolayı kulüplerin uğrayacağı zararın, sporda  oluşacak şiddetin ve izleyicilerin güvensizliğinin hesabını kim verecek?

15 Ağustos günü yapılan açıklamada, TFF liglerin kaldığı yerden devam edeceğini açıkladığında, bazı malum niyetli kesimler, isyan ettiyse de, aklı selim, insan haklarına ve adaletin gerekliliğine inanan kişiler verilen kararın doğruluğu konusunda hemfikirlerdi. Çünkü, savcılığın verdiği dosyalar, etik kurulunda ki kanun adamları tarafından şike kararı verilebilmesi için yetersiz bulunmuş ve savcılıktan, varsa diğer dosyalarda talep edilmişti.TFF Başkanı M.Ali Aydınlar'ın ifadesine göre davanın gizliliği gerekçesiyle, istenilen hiçbir belge TFF'nin eline  geçmemiş, davalı kişilerin de savunmalarının alınamaması nedeniyle de doğal olarak, adil bir karar alınamayacağı görülmüş ve iddianamenin yazılması, yani davanın gizlilik kararının kalkmasının beklenmesi kararı alınmıştır. Zaten bu şartlar altında bunun aksi bir karar alınmasıda insan haklarına aykırı bir davranış olurdu.

Her ne kadar karar doğru da olsa, bazı kesimlerin korkusundan diye düşünüyorum, çok geç açıklanmıştır. Davanın gizliliği ilk günden zaten biliniyordu. Bu şartlar altında federasyon yetkililerinin, hiçbir bilgiye sorunsuzca ulaşamayacağınıda, ortamı azıcık görebilen herkes eminim adı kadar iyi biliyordur, ancak nedense ilk başta verilmesi gereken karar, bu zamana kadar ertelenmiş ve ancak şimdi verilebilmiştir. Bunun da malesef, bazı geri dönüşü olmayan sorunlara neden olacağı şimdiden aşikardır. Öncelikle davalı kulüplere, sonrada kamuoyuna ve taraftara birçok telafisi olmayan zararı olacaktır bu geciken kararın.

Davalı kulüpler, bu karar açıklanana kadar hep diken üstünde akibetini bekliyordu, bu sebeple ne transfer yapabildiler, ne de huzurlu bir kamp dönemi geçirebildiler. Özellikle yabancı transferleri, belirsizlikten dolayı yapılamadı, hatta küme düşürülme riski yüzünden 10 yabancılı bir ligden, 3 yabancılı bir lige nasıl geçiş yapılabilir, onun bile hesapları yapılmaya çalışıldı, elde olan yabancıların huzursuzluğu da işin cabasıydı, haliyle böyle bir ortamda kafası bu konularla dolu 18-30 yaş arası gençler de futbola, kampa konsantre olamadı ve belki de bu özellikle Avrupa kupası maçlarında etkisini negatif olarak gösterecek. Anlaşılan yabancı futbolcular zaten elden kaçtı veya gelmekten vazgeçti, bu saatten sonra da gelmek isteyen olurmu bilinmez. Sonuç olarak, davalı kulüpler, sadece kararın geç açıklanmasından dolayı liglere ve kupalara 1-0 yenik başlayacaklar, özellikle de Başkanına anlamsızca bir tutuklama kararı çıkartılan Fenerbahçe Spor Kulübü. Düşünsenize, Avrupa'da oynayan bir futbolcusunuz, zaten çok bilmediğiniz bir lige gelmekten yana endişeniz var, bir de sizi isteyen kulübün Başkanı hapis yatıyor, gidermisiniz o kulübe? Elin yabancısına nasıl anlatırsınız, daha iddianame çıkmadığını, savunmaların bile alınmadığını veya basında ki bilgi kirliliklerini? Adam haklı olarak gelmez.

Gecikmenin getirdiği diğer bir telafisi olmayacak zarar da, kamuoyuna ve taraftarlara verilecek olan zarar. Şu açıklama yapılana kadar, insanlar gerildi, bilgi kirliliklerinden dolayı kafaları karıştı ve en önemlisi kendi hükümlerini vermeye, aksi bir kararı yanlış görmeye başladı. Kim hangi tarafsa, verilecek ters bir karar, haksızlık olarak değerlendirilmeye başlandı, çünkü yandaş basın insanlara varolmayanı varmış ve kesinmiş gibi gösterdi bu bir aylık belirsizlik sürecinde. Halbuki TFF'nin açıklaması önceden yapılmış olsaydı, bilgi kirliliklerinde önü nispeten kesilmiş olurdu ve ligler başlayana kadar, nefret ateşi birazcıkta olsa soğurdu. Şimdi kim, olacak olayların önüne nasıl geçer bilinmez, ama bir gerçek var ki, Allah korusun, bu sebepten canlar yanarsa, sorumlusu, idarecilerdir, art niyetli karar alınması için baskı yapanlardır.

Son olarak şunu söylemek istiyorum ki, doğrusuyla, yanlışıyla adliyenin vereceği kararın beklenmesine karar verilmiştir ve şu an için olabilecek en doğrusu da budur. Keşke daha erken verilseymiş bu karar, ama ne yazık ki verilemedi. Umarım yine gecikmiş olsa da şu an tutklu olan kişilere de daha fazla gecikmeden bu adalet sağlanır ve yargılamalara tutuksuz devam edilir.  Sonuç her ne olursa olsun, taraftarların sakin olması gereklidir diye düşünüyorum, ama  üzülerekte görüyorum ki herkes bir hezeyan ve agresiflik içinde sağa sola  saldırıyor. Bu süreçte taktir toplayan harekette, en çok canı yanan, en büyük haksızlığa uğrayan Fenerbahçe Kulübü ve taraftarında geliyor her zamanki gibi,  olaylara en sağduyulu yine Fenerbahçe camiası yaklaşıyor, herşeye rağmen. Hem de formasıyla Taksim'de gezmesi yasaklanmışken, protesto hakkı Türk Polisi tarafından elinden alınmışken ve terör örgütlerine bile uygulanan insan hakları kendilerine uygulanmazken. Diyeceğim odur ki, büyük kulüp olmak kolay değildir! Büyük kulüp olmak en kötü günde doğru davranmaktır. Kanunlara, herşeye rağmen saygı duymaktır ve hakkını sokaklara dökülerek ararken bile kimseye zarar vermemektir. Tıpkı Fenerbahçe taraftarının  Taksim'de, Metris önünde ve Bağdat Caddesinde yaptığı gibi. Kendilerine sataşılmadığı taktirde, Fenerbahçe taraftarı bir tek Allah'ın kulunu taciz etmemiştir protestoları sırasında, sadece kendi yenen hakkının peşinde koşmuştur. Yani hala anlamayan anlasın ki Fenerbahçe'nin büyüklüğü de bundandır.


22 Temmuz 2011 Cuma

Fragman



Günlerdir, kaliteli(!) medyanın, dürüst(!) geçinen insanların, yargı süreci sonuçlanmışcasına, yazılı, görsel ve dijital ortamlarda yaptığı yorumlar, kestiği cezalar, yediği haklar sonunda bir yerde, bir şekilde Fenerbahçe taraftarını isyan ettirecekti. Beklenen de ilk Kadıköy'de ki maçta oldu ve Shaktar maçı, isyanın başladığı gün oldu. Hiç kimse, bu bir skandaldı, çok ayıp, tüh tüh, vah vah demesin çünkü şiddeti tasvip etmeyen her aklı selim insan bile bu olanların ne kadar içten, doğal ve tahriklere karşı bir isyan olduğunun farkında. İster bana fanatik deyin, isterseniz de vahşi, ama bu maçta statta olanlar adeta benim de duygularımın tercumanıydı ve gerekli olduğunu düşündüğüm bir tepkiydi, çünkü haftalardır yapılan küçük eylemleri tınlayan bile olmamıştı.

Olaya, taraftar sahaya indi, maçı oynatmadı, güvenlik görevlilerine ve basına saldırdı gibi başlıklar atanların gözüyle bakarsak, taraftarı suçlu görmemek elde değil, ancak işin gerçek kısmına bakacak olursak, oradaki 50,000 kişinin, herşeye rağmen tepki gösterdiği kişiler dışında ki kişilere saygısı tüm çıplaklığıyla ortada. Öncelikle şunu belirtelim ki, rakip oyunculara, hakeme, rakip teknik heyete ve kendi sporcularımıza kesinlikle hiçbir darp, sözlü saldırı ve saygısızlık yapılmamıştır. Tepki tamamen bu süreçte taraflı haberler yapan basına, sahaya giren çocuğu hırpalamaya kalkan güvenlik görevlisine ve TV'ler vasıtasıyla devlete ve bu konuyla ilgili birimlerine karşıydı. Aksini anlatacak olan kaliteli(!) medya ve dürüst(!) yazarlara ancak bazı taraflarımızla güler ve geçeriz.

Burada ki eylem de taraftar çok ama çok önemli birşeyin de altını çizdi, tabi anlayana! Bu olanlar olacakların fragmanı.  Eğer bu yargısız infaz süreci devam ederse, Başkanı, dava sonuçlanmadan  medya tarafından onlarca yıl hüküm giydirilirse ve devlet psikolojik işkenceye devam edip, usulsülüğünü sürdürürse, malesef ki, bugün bu statta yapılanlar daha hiçbirşey olacak ve bu taraftar daha da hırçınlaşacak, hakkını sokaklarda arama yoluna başvuracak. Ben de sorumlu bir taraftar olarak, uyarmak istiyorum. Birileri çıkıp yargılayanları şeffaf hale getirsin, herkes neler olup bittiğini, kimin neden suçlandığını resmi mercilerden öğrensin, basının yalan yanlış haberleri durdurulsun, kontrol edilsin ve gereken cezalar verilsin ki halkın güvensizliği, davanın belirsizliği ortadan kalksın. Yoksa bu işin sonu daha da kötüye gider ve sonunda emin olun Türkiye kaybeder.

Fenerbahçe taraftarı, gereği yapılmazsa eğer, izleteceği filmin fragmanını vizyona çıkardı. İsteyen bu uyarıyı ciddiye alır ve aklını başına toplar, istemeyen aynı taraflı tutumuyla yoluna devam eder. Ama herkes bilmeli ki, bu yapılanlar ne siyasettir, ne anarşistliktir, ne de çetecilik, vs'dir. Bu sevdiğinin yenen hakkının, peşine düşen sevgilinin isyanıdır, yani gerekirse canını verme pahasına hak arayışıdır, Başkanına destek hareketidir, Kulübüne sahip çıkmadır. Kimse başka türlü adlandırıpta, iyice dellendirmesin bu taraftarı.

12 Temmuz 2011 Salı

Güvendiğim Dağlara Karmı Yağıyor?

Ligler bitti, şampiyonluklar tescil edildi, bir pazar sabahı bir uyandık, canımız kadar sevdiğimiz Fenerbahçe'mizin, tüm çarklara çomak sokan, şu an yargılandığı yasaların çıkması için en büyük savaşı veren başkanı Aziz Yıldırım'ın gözaltına alındığı haberini aldık. Uyku sersemi duyduğum bu haberi, başta "ifade verip çıkar" diye algılasam da, gün içinde olayın ciddiyetini anlamaya başladım. Yine de adalete ve başkanıma olan güvenimden dolayı, sağduyuyla, rahatlıkla takip etmeye başladım bu gözaltı sürecini. Ta ki Aziz Yıldırım'ın adliye de tutuklama kararı çıkana kadar. İçim de hep, adli merciler en doğru kararı verir, eninde sonunda doğruyu görür fikri varken, şimdi kendi kendime sorgulamaya başladım inançlarımı ve malesef aklımda son olarak şu soru kaldı: "Acaba canımızı, malımızı teslim ettiğimiz yargıya, yani güvendiğim dağlara karmı yağıyor?".

Bundan yıllar önceydi, çok ciddi bir davada, herkesin gerçeği gayet iyi bildiği halde, sonuç beklenenden farklı çıktı ve malesef Türk adaletini o dönemlerde sorgulamaya başladım kendi içimde, ancak babamın, ve büyüklerimin telkiniyle, adaletin eninde sonunda tecelli edeceği inancına varmıştım, o dönem.  Daha sonrasında, o davayı unutmasam da, yargıyı kendi içimde sorgulamayı unutmuştum, ta ki şu an Fenerbahçe başkanının düştüğü şu duruma gelene kadar. Ve şimdi anlıyorum ki o zaman ki verilen karar sonrasında da adalet hala tecelli etmemiş o konuda.

Şimdi, benim için adaletin ikinci sınavı  geldi de çattı. Yine sonucundan emin olduğumu düşündüğüm bir dava var önümde ve bu davanın ilk kısmı malesef benim açımdan hayal kırıklığıyla sonuçlandı. Fenerbahçe'nin 13 yıllık başkanı, yargılanıyor, hem de kendisinin en büyük desteği verdiği kanun hükümleriyle. Daha bundan birkaç ay önceydi, sporda şiddet yasası tartışılırken en büyük desteği Fenerbahçe Kulübü, Başkanı ve Asbaşkanı veriyordu, aylar sonra her ne olduysa oldu, bu yasadan ilk yargılananlarda bu desteği veren kişiler oldu. Yani diğer bir deyişle bu insanların hiç aklı yok, destek oldukları yasada suç teşkil eden cürmü işlemişler veya, yaptıkları işin suç olduğu yasaya en büyük desteği sağlamışlar. Allah aşkına hiç aklınız alıyormu böyle bir olayı? Hangi aklı evvel bir zihniyettir ki, insanlar, kendilerini asacak darağacını kendi elleriye kursunlar ve asılmayı beklesinler. Hiçbir fikri olmayan bir kişi bile, sadece bu bilgilerle, Fenerbahçe başkanının ve yöneticilerinin suçsuz olduğu kanısına rahatlıkla varabilir.

Adli konulara gelirsek, ortada açıklanan hiçbir belge, delil veya şike olayı yokken, basının verdiği hükümde başlı başına skandaldır. Henüz davası bile açılmamış, iddianamesi bile yazılmamış bir olayda Fenerbahçe'yi küme düşüren, Başkanını yıllarca içerde yatıran kaliteli! Türk medyasıda malesef herzaman ki gibi konu Fenerbahçe olunca sınıfta kalmıştır. Aziz Yıldırım'ın göz altına alındığı günden beri, yapmadığı yalan haber, vermediği sapıkça hüküm kalmayan basında eninde sonunda cezasını çekmelidir diye düşünüyorum. Basın özgürlüğü adı altında en başta başkana, daha sonra da Fenerbahçe taraftarına yaptığı yalan haberlerle adeta psikolojik işkence uygulayan medya ve patronlarıda en yakın zamanda yargı karşısına geçmeli ve verdikleri zararın bedelini ödemelidir. Bu süre içersinde, sağduyulu yaklaşan azınlık medya da ödüllendirilmeli ve yüreklendirilmelidir ki, kendi değerlerini görebilsinler.

Diğer bir rahatsız edici konu da malesef emniyetten geldi. Hastalığı raporlarla belgelenen Aziz Yıldırım'ın anjiyo olmasına rağmen, emniyette ifade alınması için adeta nezarethanede 4 gün geçirmesi tamamen bir skandaldır. Bu konu da, susma hakkını kullanacağı belirtilmesine rağmen, savcılığa sevkedilmek yerine, adeta işkence gibi günlerce emniyet ve hastane arası mekik dokutulan Aziz Yıldırım'ın hayati tehlikesi bile söz konusuydu. Ancak nedeni bilinmez, ısrarla 4 gece tutularak, sözde Aziz Yıldırım'a ve nezdinde Fenerbahçe'ye adeta göz dağı verildi. Eninde sonunda susma hakkıyla birlikte Aziz Yıldırım savcılığa gönderildi ve olan sadece Başkanın sağlına oldu.

Son olarak şunu belirtmek istiyorum ki, ben ve tüm Fenerbahçe'lilerin isyanı yargılanmaya, soruşturmaya değildir. İsyanımız, bunun yapılış şekline ve basına yansıtılmasınadır. Çünkü kanunlar gereği, bu yargının gizli kalma isteğinde bulunulabilir ve Deniz Feneri örneğinde ki gibi gizlilik kollanabilirdi, ama malesef bu talepte reddeldi. Ve yine Başkanımız ifadeye "azılı katil"miş gibi değil adam gibi, davet edilerek veya daha medeni bir şekilde götürulebilirdi. Ama ne yazık ki birileri güç gösterisini Fenerbahçe üstünden yapmak istedi, ama kaybedeceklerini ve gerçekler ortaya çıkınca düşeceği durumu hesaba katamadan. Unutmayın ki Fenerbahçe tarihinin hiçbir döneminde birilerinin oyuncağı olmadı, O sadece Türkiye Cumhuriyetinin neferi oldu ve bu gerçeği hiç kimse de değiştiremeyecek, bedeli Boğaz Köprüsünü yakmak bile olsa.

21 Haziran 2011 Salı

5'te 5 Yapmak Bizim İçin Hiçbirşey....

Sezon sona erince, normal olarak her kulüp kendi doğrularını ve yanlışlarını masaya yatırır, geleceğin planlamasını yapar ve gerekli transferleri gerçekleştirmek için girişimlerde bulunmaya başlar. Yani diğer bir deyişle, şapkasını önüne koyar, düşünür, sonra da yeni sezon hazırlıklarına başlar. Ancak Fenerbahçe sezonu başarıyla bitirdiyse, araya küçük bir periyot daha eklenir ve sıralama şu şekilde gelişir. Sezon biter, Fenerbahçe'ye iftiralar, çamurlar atılır ve daha sonrasında sezona hazırlık dönemi başlar. Bu sene de Fenerbahçe'nin şampiyonluğu ile sona eren sezonun ardından, aynı periyotlar birbir yaşanmaya başladı, ancak 5 ana kulvarda şampiyon olunduğundanmı, yoksa karadeniz kulübünün hırçınlığındanmı bilinmez, bu sefer iftiraların şiddeti inanılmaz boyutta arttı, çiğleşti  ucuzlaştı ve sokaktaki çocuğun bile gülüp geçeceği tarzda bir hal aldı. Hakem ayarlamalarla başlayan iddialar, futbolcu transfer edilerek maç satın almaya, araya takım kaptanımızı sokup, mesajlarla akıl çelmelere kadar gitti. Hepsinin ne kadar yalan olduğu bilindiği halde, basında bunlara prim tanıyarak reytinglerini yükseltme çabasına girdi. Şükür ki hepsi yargıya taşındı bu sefer ve Fenerbahçe bu komik iddilardan herzaman ki gibi aklanacakken, belki bir ümit iftiracılarda yargıda cezasını bulacak. Tabi üstü örtülüp, birileri herzaman ki gibi özürle kapatmazsa konuyu. 

Gönül isterdi ki, bu sezonu anlatan yazıyı yazarken, hep güzel hikayelerden bahsedelim, açılışı şarkılarla, tezahuratlarla yapalım, ancak malum kişiler sağolsunlar, en helalinden 5'te 5'imizi bile zevkle kutlatmaz oldular. Ama isteselerde şampiyon olduk, istemeselerde. İki üç iftirayla ancak keyfimizi kaçırabilirler, ama bizi yolumuzdan asla döndüremezler. Hani sinek misali, sadece mide bulandırabilirler, yine de iki öğürmemiz geçince, biz sevdiğimiz yemeği yemeye devam ederiz, en keyiflisinden. Bu sezonda da tam olarak böyle yaptık. İftiralar keyfimizi kaçırsa da, midemizi bulandırsa da, tabaktaki yemeğimizin temizliğinden, lezzetinden emin olduğumuz için afiyetle yedik ve şimdi de yemek sonrası kahvelerimizi keyifle hüpürdetiyoruz. Hüpürdetirken de şapkasını önüne  koyan ve gelecek sezonun planlamasını yapan, hedeflerimizi daha üst çıtalara yükselten yönetimimizin yaptığı transferleri büyük bir keyifle izliyoruz. Gerçi bu transferler bizi sabırsızlandırmıyor da değil, adeta sporcularımıza haksızlık yapıp, tatil hiç yapmasınlar, hemen sahaya çıksınlar istiyoruz. Eminim bunun için birçok kişi de federasyona yürümeye hazırdır. Ama kızmasın sporcularımız, sebebi onlara eziyet olsun diye değil, onlari özlediğimiz için.

Gelecek sezon için şöyle bir bakacak olursak, bizi bu seneden daha zorlu bir dönem bekliyor. Her branşta şampiyonluk demek, her branşta Avrupa'nın bir numaralı kupalarında mücadele demek. Geçen sene bir çok Avrupa kupasında, sakatlıklar, iftiralar, şanssızlıklar ve yeni yapılanmalar nedeniyle şanssız sonuçlar elde etmiştik. Bir tek Sarı Meleklerimiz, olağanüstü bir performansla bize dünya şampiyonluğu hediye etmişti ve bu sene de daha azını bekliyor değiliz. Hatta bu sene bizi fazlasıyla şımartmaları nedeniyle, katıldıkları bütün kupaları onlardan istiyoruz, bir eksiğini bile başarı olarak görmüyoruz. Kraliçelerimiz ise, geçen sene final four'un favorisiyken, sene başında çıkan doping skandalı yüzünden büyük kan kaybetmişti ve malesef iki büyük eksiğiyle ancak ligde bizi mutlu sona ulaştırabildiler, ancak bu sene final four için herşey hazır ve umarım sakatlıksız eksiksiz bir dönem sonrası bir Avrupa kupasıda onlardan gelecektir. Potanın devleri henüz çok yorgun, daha birkaç gün oldu, kupayı müzemize getireli, ancak tam da ihtiyaç olunan bölgeye, iki yeni bomba transferi patlattı bile yönetimimiz. Varsın sporcularımız dinlensin ve kupanın keyfini çıkarsın, ama James Gist ve Bojan Bogdanovic'i izleme heyecanı bizleri şimdiden sardı. Ve beklentimiz bir final four'unda kendilerinden gelmesi. Erkek voleybolcularımız da şampiyonluk sonrası köşelerine çekildi ve yeni sezon için gün sayıyorlar, mevcut kadrodan mukavelelerin uzatıldığı haberleri açıkcası beni sevindirdi, eklenecek bir iki takviyeyle birlikte eminim büyük bir başarı da filenin krallarından gelecek. Ve tabiki olmazsa olmaz futbolumuz. Birçok badireye rağmen dimdik ayakta kalan futbol takımımız "Biz Bize Yeteriz" sloganlarıyla kupayı hakettiği yere getirdikten sonra, Kocaman Gururumuz tatil yapmadan işe koyuldu ve ligimizin en iyi en formda ve en karakterli 4 oyuncusunu kulübümüze kazandırdı. Bir iki dünya çapında takviyeyle ve geçen sene çok fazla faydalanamadığımız genç yıldızlarımızın sakatlıklarının da tam olarak düzelmesiyle, eminim bu sene  Avrupa'da ki büyüklerin korkulu rüyası olacağız, bir iki seneye de yanlarında ki yerini alacağımızdan kimsenin şüphesi olmasın

Yeni hedeflerimize, yapılanmamıza bakınca, atılan iftiraların bile bizi yolumuzdan çevirmediğini, hatta kırbaç etkisi yaratarak, bizleri daha fazla çalışmaya ittiğini rahatlıkla görebiliyoruz. Bu sene Türkiye'de Fenerbahçe yılıydı, umarım seneye de Avrupa'da Fenerbahçe yılını kutlayacağız, tabi eğer aynı ciddiyetle ve özveriyle çalışmaya devam edersek. Bu sene bütün branşlarda, sabırla, özveriyle, hırsla çalışarak firesiz şekilde bir rekor kırdık ve belki de bunun eşi benzeri dünyada yok, ama inanın ki 5'te 5 yapmak bizim için daha hiçbirşey, esas bu istatistikler, Avrupa arenasında ortaya çıkınca, bakalım iftiracılar ve yardakçıları ne diyecek? Veya bakalım Avrupa'lı rakiplerimizde aynı çiğ iftiraları atmaya kalkacakmı, yoksa kabullenip alkışlamayımı tercih edecekler. Bunları inşallah ilerde hepberaber göreceğiz. İnanıyorum ki önümüzde ki yıllar bundan sonra hep bizim yılımız olacak, yeter ki taraftar herzaman ki gibi arkasında dursun takımının. Son olarak değerli rakiplerimize bir sözüm olacak. Bu sezonluk bizden bu kadar, sizlere tavsiyem bu tatili iyi değerlendirip, doğru yapılanmanızdır, çünkü gelecek sezon, sizleri bir öncekinden daha hırslı, kenetlenmiş ve daha da güçlenmiş bir Fenerbahçe bekliyor olacak. Herkese iyi tatiller.

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Helali Hoş Olsun Fenerbahçem...

Hani derler ya, herşeyin emek sarfedilerek, alın teriyle kazanılmışı güzeldir diye. Herhalde bunu en iyi bilen Fenerbahçe'lilerdir, çünkü Fenerbahçe Spor Kulübü'nün, her branşta kazandığı şampiyonluğun ayrı bir değeri, sarfedilmiş emeği ve hikayesi vardır. Türkiye'nin en çok başarı kazanmış kulübü olmasına rağmen, aslında en zor şartlarda mücadele eden kulübüdür Fenerbahçe. Bu yüzdendir ki, kazanılmış şampiyonluklar ve başarılar, daha fazla coşkuyla, neşeyle kutlanır taraftarlar arasında. Bu diğerleri tarafından yadırgansa da, çok fazla takmaz Fenerbahçe'li bu durumu, çünkü herkes bilmez HELAL başarının manasını ve değerini diye düşünür haklı olarak.

Bu sene de futbolda, benzer bir yarışın içindeydik. Onyedisi birden tek yürek olmuş, Fenerbahçe'mizi mücadelesinde alt etmeye çalışıyordu herzaman olduğu gibi. Ancak bu senenin diğerlerinden küçük bir farkı vardı. Ligin başlarında, işler hiçte iyi gitmemiş, aksine şampiyonluk yarışının 9 puan gerisine düşmüştü sarı lacivert sevdamız. Takım yeni ve formsuz, oyuncular isteksiz, basın bunların tümünü harmanlamış, Hocamıza saldırıyor ve istifasını haber olarak manşetlere taşıma derdine düşmüştü. Kocaman gururumuz, Yönetimimiz, Taraftarımız ve Camiamız, tam da bu oyunun içine düşerken, adeta bir sihirli el değdi hepimizin üstüne ve bizlere Fenerbahçe'nin büyüklüğünu, tarihini, yapabileceklerini, adeta kazıdı beyinlerimize, kaynaştırdı hepimizi ve tekrardan tek yürek olmamızı sağladı. O sihirli el aslında sihirli de değildi, sadece aklın yoluydu ve aklın yolu da birdi. Beraber olunca, tek yürek savaşınca neler yapabileceğimizi aklı selim olan herkes çok çok iyi bilirdi, sadece birinin bir dönem bunu bize hatırlatması gerekiyordu ve sihirli el bize tam da bunu hatırlattı.

Ligin ikinci yarısı başladığında dezavantajımız coktu, ama taraftarımız, inancımız, yüreğimiz daha da çoktu. İyi bir kamp dönemi geçirilmiş, takım içinde ki küskünlerin gönlü alınmış, gereksiz olanlar gönderilmiş ve takımın tam bir takım olması sağlanmıştı. Herşeyden önemlisi 12. adam, bu kıpırdanmanın farkına hemen varmış ve koşulsuz desteğini katbekat artırmıştı. Sonuçta haliyle ilk maçtan itibaren görülmeye başlanmış ve ümitler haftalar geçtikçe daha da artmaya başlamıştı. Ancak önümüzde ki rakibimize de herzaman ki gibi, perde arkasından basın, kardeş kulüp ve ezeli rakiplerimizin destekleride artmıştı, bu da rakibimizin olası kayıplarının sayısını nerdeyse yarıya indirmişti. Yine de biz mücadelemizden vazgeçmedik ve kırılması güç bir rekora imza atarak, mutlu sona ulaştık. Buraya kadar, tarihimizde yaşadıklarımızdan çok farklı bir hikaye yoktu, çünkü bu zamana kadar yaşadığımız 17 şampiyonlukta hemen hemen aynı şekilde kazanılmıştı. Ancak bu sene gördüğümüz, şahit olduğumuz bazı olaylar vardı ki işte bu seneyi diğerlerinden özel yaptı ve 18. şampiyonluğumuzu benim gözümde diğerlerinden daha da anlamlı kıldı.

Öncelikle, takımımızın takım olması diğer senelerden daha çok dikkat çekiyordu. Bütün takım, gerek maç içinde, gerekse özel zamanlarında, birbirinden ayrılmaz hale gelmişlerdi. Her yerde, her zaman, her ortamda bir beraberlik rüzgarı esiyor, beraber gülüyor, beraber eğleniyorlardı. Bu beraberlik sadece kendi aralarında değildi, taraftarlarla da büyük bir bağ kurulmuştu. Önceki yıllarda, maç sonrasında sahada göbek atan , goller sonrası değişik figürler yapan oyuncuları çok görmüştük, ancak taraftarıyla beraber, taraftarın istediği tezahurata dakikalarca ful kadro eşlik eden oyuncuları görmemiştik. Yabancısı, Türk'ü hepsi neredeyse bütün tezahuratları ezbere biliyor, maç biter bitmez, çağrılara kulak vererek kendilerini taraftarın yanında buluyorlardı. Sonrasında da o müthiş kenetlemenin görüntüsü ortaya çıkıveriyordu. Ayrıca bireysel olarak futbolcularımızın saha içi ve saha dışı davranışlarıda herşeyin göstergesiydi. Mesela kaptanımız Alex'in, Türk statüsünde oynama ihtimali olmamasına rağmen vatandaşlık başvurusu yapması, Emre'nin, Gökhan'ın ve birçok futbolcunun, sakat sakat özveriyle herzaman sahada kalmak istemesi Fenerbahçe'ye olan sevginin, arkadaşlarına olan saygının bir nevi ispatıydı. Bu sene ve bu seneyi benim için diğerlerinden ayıran şampiyonluk ruhunun farkı da bunlardı. Bu sebepten dolayı, takımdan daha fazla takım olan Fenerbahçe'mizi ne kadar tebrik etsem, onlarla ne kadar övünsem azdır. Ayrıca bir ayrı tebrikte rakibimiz Trabzonspor'un futbolcularına gelmelidir diye düşünüyorum, yarışı heyecanlı kıldıkları için. Gerçi, arkalarından örtülü destekler gelmeseydi, bu kadar uzun yarışın içinde kalabilirlermiydi bilemiyorum, ama yine de bunlardan habersiz, mücadelesini veren futbolcuları özverilerinden dolayı tebrik ediyorum.

Son olarak, bazılarına göre sıradan gelebilecek, ama görünce benim gözlerimi dolduran bir enstantaneden bahsetmek istiyorum. Takım kaptanımız, Alex'imizin eşi Diane De Souza'nın, maçta ki sempatik, içten ve gönülden desteğinden. O nasıl bir içtenliktir, nasıl bir heyecandır, Diane? "Her Zaman Her Yerde En Büyük Fener" diye bağrırken ki içtenliğin, yanında ki taraftarla omuz omuza bağrışın ve en Fenerbahçe'li den daha Fenerbahçe'li davranışlarınla bizim gönlümüzü fethettin. Allah seni ve aileni hep mutlu etsin ve sizleri Fenerbahçe'den hiçbir zaman ayırmasın. Bir küçük parantez de Emre için. Takımın dinamosu, ruhu, hırçın çocuğu!, aynen bu hırsınla, yüreğinle, devam biz seni böyle sevdik, hep böyle görmek istiyoruz.

Şunu hatırlatarak yazıma son vermek istiyorum. Biz her zaman dedik "Helal Hüzünleri Haram Sevinçlere Tercih Ederiz" diye, ama şimdi tercihimizden de  güzelini yaşıyoruz. "HELAL SEVİNÇ". Tadını çıkarın ve her saniyesi Helali Hoş Olsun Fenerbahçem.

20 Mayıs 2011 Cuma

Fenerbahçe - Ankaragücü

Bir önceki hafta zor da olsa, takımın istekli oyunundan dolayı herkesin galibiyetten emin olduğu maçı, kazandıktan sonra, bazı kesimlerin ve rakibimizin, Ankaragücü pohpohlama seansları başarıyla tamamlandı. Amaç Ankaragücünü dolduruşa getirmek, Fenerbahçe antipatisi olan yöneticilerini teşvik edip gaza getirmekti. Keza istedikleri de oldu. Sahaya 11 tane inanmış, doldurulmuş ve teşvik edilmiş Ankaragüçlü aslan çıktı. Rakibimizde o kadar inanmış ki, bu maçtan puan kaybedeceğimize, maç sonunda bu inanmışlıkları, anlaşılamaz bir agresifliğe dönüştü.

Hakem santra düdüğünü çaldığında, sahada ki hırslı, şampiyonluğa oynayan oyuncu sayısı yirmi ikiydi. Biz Fenerbahçe'liler de durumdan oldukça mutluyduk çünkü her zaman söylemimiz gibi "Helal Hüzünleri Haram Sevinçlere Tercih Ederiz", zaten bundan değilmiydi geçen sene bir Allah'ın kulu Trabzonlu futbolculara son maçta niye böyle hırslı oynadın diye sormadı bile. Neyse maça dönelim, tahminimce Ankaragücü bu hızlı ve baskılı defansif oyununu en fazla otuz dakika sürdürebilirdi, çünkü bu tempoya dayanmaları çok zordu ve sonrasında pozisyonlar birbir gelecekti. 

Fenerbahçe'li futbolcular da en az Ankaragüçlüler kadar istekli ve daha organize şekilde atak hazırlıkları yapıyor, acelecilikleri nedeniyle, pozisyon üretemiyorlardı. Daha sonra içeriye atılan bir top sonrası, fazla doldurulmanın sonucu, hırsının kurbanı olan Ankaragüçlü oyuncu Alex'in önüne kontrolsüz bir dalış yaptı ve aklı selim her kişinin görebildiği penaltı pozisyonu meydana geldi. Profesör Alex, dersini iyi çalışmış kaleciyi, zekasıyla ve her zaman attığı köşenin tersine topu atarak mağlup etti ve oyunun kilidini de açmış oldu. Bundan sonrası zaten, fazla doldurulmuş Ankaragücü futbolcularının da paniğiyle, daha da kolay oldu. İlk gol sonrası, ilk pozisyon tekrar penaltıyla durduruldu, bu sefer penaltı yapılan kişi, hızıyla durdurulamayan Niang, yapan da Ankaragücü kalecisi Senecky'di, son adam olması nedeniyle de kırmızı kartı gördü. 

Artık tribünler de galibiyet ve şampiyonluk şarkılarına başlamıştı ve böyle bir taraftarın önünde maçı çevirmek bile, rakipler için hayalin ötesindeydi. Bu dakikadan itibaren zaten sahada Alex şov başladı ve taraflı tarafsız herkes, büyülü bir futbol resitali seyretmenin verdiği keyifle, maçın sonunun gelmemesi için dualara başladı. Ankaragücü ikinci kalecisinin yine Niang'a yaptığı kırmızı kartlık müdahale sonrasında, herkes kalecinin oyunda kalmasına,  için için sevindi aslında, ancak futbolun içinde ki acıma duygusu kuralları çiğniyordu bu sefer de. Alex'in 3. penaltı golü de geldikten sonra, kart sınırında olan oyuncularımız, hocamız tarafından birbir kenara alındı ve yerine, onları aratmayanlar girdi. Tam da bu sözümü kanıtlarcasına, Bekir takımımızın 4. golünü atıvermişti bile.

Fenerbahçe durmak, oyunu rölantiye almak yerine, oynadıkça oynuyor, gol attıkça baskısını arttırıyordu. Bir nefis frikik golü daha geldikten sonra Profesor'den, artık stad tamamen kendinden gecmişti. Dakikalar 90'ı gösterdiğinde ise, Alex'ten muhteşem ötesi bir aşırtma golü daha geldi. Hani şu 21 isimli, sevimli sunucu Tanem Sivar'ın sunduğu program var ya. Orda en güzel aşırtma golleri diye bir bölüm yapılmıştı. Eminim ki programın yapımcıları bu bölümü bu haftadan önce yaptıkları için, çok üzülmüşlerdir, çünkü aksi taktirde 1. sıraya konulacak golü düşünmelerine bile gerek kalmayacaktı. Her neyse o son gol geldiğinde taraftar öyle bir çoşkuya kapılmıştı ki kimse maçın bittiğini bile farketmemiş, santra yapılmasını bekliyordu.

Maç sonunda artık gelenek haline gelen, Emre Belözoğlu önderliğindeki taraftar, futbolcu tezahuratı da yapıldıktan sonra, herkes bir hafta sonra ki şampiyonluk maçını düşünerek evinin yoluna koyuldu. Rakiplerimiz, akıllarımıza zaman zaman geçen senelerde ki talihsizlikleri getirmeye çalışsa da, herkes gönülden inanmış şekilde gelecek haftayı bekliyor, ve benim kişisel inancım da şu "ALEX HALA BU SEZONUN EN GÜZEL GOLÜNÜ ATMADI VE PROFESÖR SAHNEDEN İNMEDEN LİG BİTMEZ"......


10 Mayıs 2011 Salı

BÜYÜK VOLKAN


Bir takım, formdaysa, golcüleri gol atıyor, orta sahası iyi hücum organizasyonu yapıyor, defans oyuncuları çıkıp duran toplardan skora katkı sağlıyorsa, çok fazla bahsedilmez takımın gizli kahramanlarından. Hele ki O kişi, takımın kalesini koruyorsa, akıllara bile gelmez, Ondan bahsetmek. Bugüne kadar açıkçası, benim de aklımda yoktu Büyük Volkan'a özel, bir yazı yazmak. Ta ki Karabükspor sonrası basın açıklamasında, taraftarın hislerine tercüman olana kadar. Sorulan "Trabzon gol atınca Karabük tribünlerinde Trabzon lehine tezahuratlar oldu, bu takım içinde nasıl bir etki yarattı" sorusuna,  tam olarak şu sözleri sarfetti Büyük Volkan, basın açıklaması sırasında "Bizi kimin gol attığı ilgilendirmiyor, bizim herşey şu an elimizde, isterse on gol atsınlar, isterse tüm Türkiye trabzon diye bağırsın, BİZ FENERLİLER KENDİMİZE YETERİZ! İnşallahta sezon sonunda şampiyon olacağız." Tam da taraftarın hislerine tercüman olan bu sözler sonrası, takımına gönülden bağlı olan bu Büyük futbolcumuz hakkında bir yazı yazmazsam, hem O'na hem de bu duyguları yaşayan bütün Fenerbahçelilere haksızlık etmiş olurum diye düşündüm.

Henüz, camiamızdan içeri adım attığında gencecik, içi içine sığmayan, delikanlı bir çocuktu Volkan Demirel. Yapı olarak, gençliğinin de verdiği deli dolululukla, biraz agresif, biraz aceleci, ama cok fazla da çalışkan bir yapıya sahipti. Otoriteler(!), her nekadar, iri yapısından, aceleciliğinden, teknik eksikliğinden dolayı, bundan iyi bir kaleci olmaz deselerde, söylenenlere kulak asmadı Büyük Volkan ve sonunda O'na inanaları da hayal kırıklığına uğratmadı.

İlk kaleye düzenli geçmeye başladığı zamanlar, takımın birinci kalecisinin en formda döneminde sakatlandığı günlere denk gelir. Aslında bu durumdan hiçkimse hoşnut olmamıştı, çünkü takımı takip eden herkes, kalenin yetenekli, ama genç, delidolu, aceleci ve geri paslarda çok hata yapan bir kaleciye teslim edilmesini handikap olarak görüyordu, hele ki tam da kaleci yönünden hiçbir olumsuzluk, yokken. Aslında zaman zaman yaptığı hatalar, aceleci davranışlar, takımı sıkıntıya sokmadı da değil, ama her kalecinin tecrübe elde ederken yaşadığı olumsuzluklardı bunlar ve takımın önde gelenleri de bunun bilincinde olarak hep güvendiler Büyük Volkan'a ve her ne olursa olsun desteklediler genç kalecimizi. Ve Büyük Volkan'ımız da bugünlere geldi.


Şu an Allah nazarlardan korusun, Fenerbahçe'miz çok güzel top oynuyor, taşlar birbir yerli yerine oturtuldu ve şampiyonluğun en büyük adayı haline geldik. Hücum oyuncularımız formda, defans oyuncularımız daha fazla skora etki ediyorlar ve hücuma daha fazla destek oluyor, haliyle haklı olarak ta daha fazla övgü alıp, isimlerinden daha fazla söz ettiriyorlar. Ancak bunları yapmalarının altında ki en büyük etkenin de kaleciye olan güven olduğunu  futboldan azıcık anlayan ki şilerde biliyorlardır. Lugano atağa çıkıp skora etki ediyorsa, Yobo önlibero görevini üstlenip atağa hazırlıyorsa takımı, hepsi Volkan'a olan güvenden dolayıdır, yoksa ömür billah mevkilerini terkedemezlerdi. 


Sonuç olarak, Büyük Volkan, sadece cüssesinden dolayı Büyük olmamıştır, kişiliği, iyi aile yaşantısı, takımdaşlık duygusunun yüksek olması, tekniği, çalışkanlığı, gençlere örnek oluşuyla Büyük sıfatını kazanmıştır. Onu eldivenleriyle gören dostun güven kaynağı, rakibinse ümitsizliği olmuştur her zaman Volkan. Ve en önemlisi, düşündüğünu Fenerbahçe delikanlılığıyla, kimseden çekinmeden söylemesi O'nun adam gibi adam olduğunun ispatıdır. Eminim ki Volkan ömrü boyunca bu forma için terini akıtacak, çalışacak ve yeni pırıl pırıl kaleciler yetismesini sağlayacak çok az insandan biridir bu camia da. Ve Volkan İyi ki Varsın!

26 Nisan 2011 Salı

EREN'IN MAÇLARDAN MEN EDİLMESİNE BEŞ KALMIŞTI Kİ GUIZA GOLÜ ATTI...

Oğlumla ilk gittiğimiz mac olan Altay  galibiyeti sonrası, Eren'in gittiği diğer maçlar  Galatasaray ve Bursa maçlarıydı. Ve sonuç malesef beraberlik olarak yazılmıştı hanemize. Toteme inanan bir taraftar olarak içim içimi yiyordu. Ya Eren'in geldiği maçlarda  Fenerbahçe kazanamıyorsa? Yoksa hayalim olan, oğlumla maçlara gitme organizasyonlarim bu sene sonamı erecekti? Veya oğlum kaybedilen maçlar sonrası sogacakmıydı maça gitme fikrinden? Fenerbahçe taraftarları bana kızmasın, ama üçüncü ve son şansımı şampiyonluğu riske etmek uğruna denedim, ne de olsa oğlumdur ve uğursuz olma ihtimalini kabul edemiyordum. Kendi kendime, kimseye dillendirmeden son kez şansımı deneme kararı aldım, eğer bu hafta kazanamazsak, Eren en azından bu sene hiçbir maça gidemeycekti. Kabul ediyorum, belki hastalıklı bir düşünce tarzı, ancak hangimizin bir totemi yok ki? Her neyse sonuç olarak oğlumla bir maç macerası daha yaşadık ve hikayemizi  yazarak hem yaşadığım keyfin bir kez daha tadını çıkarmak, hem de herkesle paylaşmak istedim.

Eren'le son gittiğimiz üç maçtan farklı olarak, ayrı bir anlamı vardı bu maçın. Eren'in gittiği ilk deplasman maçı olacaktı. Ger çi her maç biz Ankaralılar için, uzun yol demektir, ama Saraçoğlu'nu evimiz gibi gördüğümüz için Ankara'da ki maçlar da deplasman gelir bizlere. İlk deplasman maçının, yine ilk gittiği maç gibi, ufak bir özelliği olması için, yine futbol sevdalısı dedesiyle beraber ve O'nun yaşadığı şehirde izlemesini istedim, oğlumun. İlk maçı da zaten dedesinin tuttuğu takım olan, Altay ile oynadıği maçtı. Her neyse, Eşimin ve ailesinin İzmir'li olması nedeniyle, Eren'i bu maça götürmek, Bursa maçına gitmemiz kadar zor ve stresli olmayacaktı, çünkü maçtan birgün önce eşim ve çocukları İzmir'e yollayarak uçakta yaşayacağım gerilimli dakikaları bertaraf etmiştim. Bir de eşimi maça gitmeye ikna edersem, olası bir çiş, kaka gelme ihtimalinde yalnız da kalmayacaktım.



Cumartesi günü Eren, Kerem ve Hande'yi İzmir'e uğurladıktan sonra, pazar sabahı erkenden uçakla yanlarına geçtim,(o bir günde Ankara'da hem biraz kafa dinledim hemde felekten bir gece kalarak en sevdiğim iki mekandan biri olan Italic'le hasret giderdim) sabah ailemin yanına geldiğim de Eren' de Kerem'de maç havasına girmişler, beni formalarıyla karşılıyorlardı. Saat iki gibi, bende formamı giyidim ve bizim çekirdek aile ve teyzemizle  birlikte Kordon'a indik. Orada maç ekibimiz yani benim kuzenim Emre ve arkadaşlarıyla buluştuk. Kordon'da adeta Kalamışta'ki maç günü gibi Fenerbahçe rüzgarı esiyordu. Her yer sarı lacivertti ve bu sarı lacivert, misafiri olduğumuz Buca'nın değil Fenerbahçe'ni sarı lacivertiydi. Biralar içilip kalamar tavalar, sosisler ve patates kızartmaları yenildikten sonra, stada doğru yola çıkıldı. Eren hem birahanede hem de yol boyunca yine formunda olarak, bütün tezahuratlara, danslarıyla ve bildiği kadarıyla şarkılarıyla eşlik ediyor, etrafa kolasıyla kadehini kaldırıyordu. İzmir'in güzel kızlarıyla oğlum resimler çektirdikten sonra, heyecanla maçın oynanacağı stada doğru yola çıktık. Taksi bulana kadar bir müddet yürüdük ve bu arada Beşiktaş formalı, Altay taraftarı olduğunu iddia eden yaşları 13 ila 15 arasında olan tinerci görünümlü çocukların yolumuzu kesip, bizi tehdit etmelerine tanık olduk. Yalnız daha sonra sayılarımızın üç aşağı beş yukarı aynı olması ve yaş farkımızın fazlalığı dolayısıyla, sözlü tacizlerine, Eren'i bahane ederek ve O'na dua etmemiz gerektiğini söyleyerek son verdiler . Biz de her zaman olduğu gibi oğlumun sağlığına dua edip, yolumuza devam ettik.Atatürk stadına geldiğimizde, düzensizlik ve onun getirdiği kalabalıkla beraber zorla da olsa stad sınırlarına girdik, bir kaç dakika sırada bekledikten sonra da stadın içindeydik. Günün bombası da tam o sırada geldi, yerimizi güvenliğe sorduğumuz da ki cevap, "biletler de numara var ancak koltukarda yok" oldu. Ha tabi bu arada " numaralı koltuğunuza oturan biri varsa, lütfen güvenlik ekiplerinden yardım isteyerek, kendi koltuğunuza geçiniz" anonsu da işin cabasıydı. İyi bir yer bulduk ve hemen yerleştik. 








Tam önümüzde, son zamanlarda gördüğüm en nazik ve  çocuk sever polis oturuyordu. Eren'e de fazla ilgi gösterince, kafam da bir ampul yandı. Takım sahaya çıktığında, Eren'e sessizce sordum, "oğlum Alex'le resim çektirmek istermisin" diye. Eren'de evet cevabını hiç düşünmeden verdi. Gerisi Eren'in sevimliliği ve sosyalliğine kalmıştı. Kulağına tekrar fısıldayarak, " git polis abiye beni Alex'e götürürmüsün diye sor" dedim. İşin açıkçası çok ümidim de yoktu soracağından, ama ikiletmeden gitti polisin yanına ve sordu. Cevap olumluydu, ancak "baban seninle gelemez, tek başına gelirsen olur" dedi polis memuru. On saniye sonra Eren, polisin elini tutmuş merdivenlerden sahaya iniyordu. Ne yazı ki Alex'e ulaşamadılar, ancak tam içeri gireceği sırada Volkan'ı yakaladılar ve resim çektirebildiler. Eren koşa koşa tribüne döndü ve giderken onlara verdiğim telefonumu bana göstererek "baba Alex kaçtı ama abiyle çektirdim resim" diyerek bana telefonu verdi. O abi Volkan'dı ve oğlum birinci deplasman maçını bir numaralı  Fenerbahçe'liyle sahanın içinde resim çektirerek taçlandırdı.



Takım sahaya çıktığında, stad dolmuş ve Saraçoğlu'ndan enstantaneler sunuyordu adeta. Ancak son zamanlarda gördüğüm, akustiği en kötü stattı, Atatürk Stadı. Maça Fenerbahçe iyi başlamasına rağmen, yediğimiz ilk atakta golü yedik. Çok geçmeden Emre'nin bireysel becerisiyle, belki de haftanın golü seçilecek bir golle, beraberliği yakaladık. O dakikadan itibaren statta kimsenin aklına mağlubiyet gelmedi bile. Bir gol daha yedik ve devre 2-1 bitti, ikinci yarı başladığında herkes, takım da Stoch gibi hızlı bir adamı görmek istiyordu, ancak ikinci yarı aynı 11'le başladı. Buca'nın 3. atağıda golle sonuçlanmış ve durum 3-1 olmuştu. Herkes sinirli, stresliydi ancak değişik bir inanç vardı yine de herkeste. Destek daha da fazlalaşmıştı ve takımda daha inançlı oynamaya başlamıştı. Tam o sırada çalınan bir penaltı, maçın döneceğinin işaretiydi. Alex bu sefer alışılmışın dışında kalecinin sağına yuvarladı ve kendisini akıllı sanan kalecinin havadayken ters tarafa bakışları eşliğinde yuvarlanarak kaleyi buldu top. Bir kaç dakika sonra Gökhan Alex ikilisinin artık klasikleşen golü bu sefer Mehmet Alex'ten geldi, anlatmaya gerek bile yok, Galatasaray'a atılan golü gözünün önüne getiren herkes, görmeden golün nasıl olduğunu anlamıştır. 

Maç yeni başlamış gibi her iki takım da düzenini aldı ve golden sonra santra vuruşu yapıldı. Oyuna giren Guiza, Fenerbahçe'de hiçbir oyuncunun eksikliğinin hisedilmeyeceğini, ilk girdiği pozisyonda, akıl ve kabiliyet gerektiren golüyle, dosta düşmana gösterdi. Attığı golü gören herkes, formda bir Guiza'nın dünya şampiyonu İspanya'nın kadrosunda tesadüfen yer almadığını, hatırlamış oldu. Bu arada ilk yarı uykusu gelen ve maçın 60. dakikası gibi susayan Eren'de yavaş yavaş deplasman maçının zorluklarını yaşamaya başlamıştı. Çünkü giden bilir, deplasman da maç sırasında büfeler kapalı veya ulaşılamaz olur, açıkan susayan ve tuvaleti gelen beklemek zorundadır, keza Eren'de söylene söylene su içeceği zamanı beklemeye başladı. Gerçi tedbirimizi almıştık ve suları zulalamıştık ancak, sular Eren'in yaramazlığına kurban giderek devre arasında hep beraber suikaste uğradı ve yerlere saçıldı. Neyse ki imdadımıza önümüzde oturan bir bayanla kızı yetişti ve içmedikleri sulardan birini Eren'e verdi, bu vesile ile Eren deplasmandaki taraftar dayanışmasını da yaşamış oldu, zaten o dakikadan yani 80'lerden itibaren de suyu verenin 13-14 yaşlarında ki kızının kucağinda devam etti maçı izlemeye. 

Santos'un golü yani 5. golümüz gelince, artık hepimizin heyecanı yerini zafer şarkılarına bırakmıştı, uykusu gelen Eren'de, uykusunu unutup, omuzdan omuza atlayarak marşlar söylemeye başlamıştı. Diğer deplasmanlara göre cok kısa bir süre statta bekletildikten sonra, zafer şarkılarıyla çıktık ve şans eseri bir taksi yakaladık, bindiğimiz dakika da Eren uykuya dalmıştı bile, kendisi ile ilgili yaptığım totemden ve olası bir puan kaybımızda maça gitmesinin mucizeler kalacağından habersiz, Bursa maçında gol diye bağıramamanın acısını çıkartarak tatlı rüyalara dalmıstı Eren'im,  hafifte üşümenin neden olduğu elma yanaklarında ki tebessümle birlikte.

Bu güzel deplasman maçımız ve belki de şampiyonluğu getirecek olan, Guiza'nın golü hafızalarımızdan hiç çıkmamak üzere yerini alırken, bu hafta ki tezahuratımız da şu olsun.....
Saldırın, Fener için sizde Savaşın
Şampiyonluk inanın şimdi çok yakın
Kupalar Yükselecek ellerimizde
VURUN KIRIN PARÇALAYIN!







Zaman Ayırıp Okuduğunuz İçin Teşekkürler 12 Numara.....