26 Nisan 2011 Salı

EREN'IN MAÇLARDAN MEN EDİLMESİNE BEŞ KALMIŞTI Kİ GUIZA GOLÜ ATTI...

Oğlumla ilk gittiğimiz mac olan Altay  galibiyeti sonrası, Eren'in gittiği diğer maçlar  Galatasaray ve Bursa maçlarıydı. Ve sonuç malesef beraberlik olarak yazılmıştı hanemize. Toteme inanan bir taraftar olarak içim içimi yiyordu. Ya Eren'in geldiği maçlarda  Fenerbahçe kazanamıyorsa? Yoksa hayalim olan, oğlumla maçlara gitme organizasyonlarim bu sene sonamı erecekti? Veya oğlum kaybedilen maçlar sonrası sogacakmıydı maça gitme fikrinden? Fenerbahçe taraftarları bana kızmasın, ama üçüncü ve son şansımı şampiyonluğu riske etmek uğruna denedim, ne de olsa oğlumdur ve uğursuz olma ihtimalini kabul edemiyordum. Kendi kendime, kimseye dillendirmeden son kez şansımı deneme kararı aldım, eğer bu hafta kazanamazsak, Eren en azından bu sene hiçbir maça gidemeycekti. Kabul ediyorum, belki hastalıklı bir düşünce tarzı, ancak hangimizin bir totemi yok ki? Her neyse sonuç olarak oğlumla bir maç macerası daha yaşadık ve hikayemizi  yazarak hem yaşadığım keyfin bir kez daha tadını çıkarmak, hem de herkesle paylaşmak istedim.

Eren'le son gittiğimiz üç maçtan farklı olarak, ayrı bir anlamı vardı bu maçın. Eren'in gittiği ilk deplasman maçı olacaktı. Ger çi her maç biz Ankaralılar için, uzun yol demektir, ama Saraçoğlu'nu evimiz gibi gördüğümüz için Ankara'da ki maçlar da deplasman gelir bizlere. İlk deplasman maçının, yine ilk gittiği maç gibi, ufak bir özelliği olması için, yine futbol sevdalısı dedesiyle beraber ve O'nun yaşadığı şehirde izlemesini istedim, oğlumun. İlk maçı da zaten dedesinin tuttuğu takım olan, Altay ile oynadıği maçtı. Her neyse, Eşimin ve ailesinin İzmir'li olması nedeniyle, Eren'i bu maça götürmek, Bursa maçına gitmemiz kadar zor ve stresli olmayacaktı, çünkü maçtan birgün önce eşim ve çocukları İzmir'e yollayarak uçakta yaşayacağım gerilimli dakikaları bertaraf etmiştim. Bir de eşimi maça gitmeye ikna edersem, olası bir çiş, kaka gelme ihtimalinde yalnız da kalmayacaktım.



Cumartesi günü Eren, Kerem ve Hande'yi İzmir'e uğurladıktan sonra, pazar sabahı erkenden uçakla yanlarına geçtim,(o bir günde Ankara'da hem biraz kafa dinledim hemde felekten bir gece kalarak en sevdiğim iki mekandan biri olan Italic'le hasret giderdim) sabah ailemin yanına geldiğim de Eren' de Kerem'de maç havasına girmişler, beni formalarıyla karşılıyorlardı. Saat iki gibi, bende formamı giyidim ve bizim çekirdek aile ve teyzemizle  birlikte Kordon'a indik. Orada maç ekibimiz yani benim kuzenim Emre ve arkadaşlarıyla buluştuk. Kordon'da adeta Kalamışta'ki maç günü gibi Fenerbahçe rüzgarı esiyordu. Her yer sarı lacivertti ve bu sarı lacivert, misafiri olduğumuz Buca'nın değil Fenerbahçe'ni sarı lacivertiydi. Biralar içilip kalamar tavalar, sosisler ve patates kızartmaları yenildikten sonra, stada doğru yola çıkıldı. Eren hem birahanede hem de yol boyunca yine formunda olarak, bütün tezahuratlara, danslarıyla ve bildiği kadarıyla şarkılarıyla eşlik ediyor, etrafa kolasıyla kadehini kaldırıyordu. İzmir'in güzel kızlarıyla oğlum resimler çektirdikten sonra, heyecanla maçın oynanacağı stada doğru yola çıktık. Taksi bulana kadar bir müddet yürüdük ve bu arada Beşiktaş formalı, Altay taraftarı olduğunu iddia eden yaşları 13 ila 15 arasında olan tinerci görünümlü çocukların yolumuzu kesip, bizi tehdit etmelerine tanık olduk. Yalnız daha sonra sayılarımızın üç aşağı beş yukarı aynı olması ve yaş farkımızın fazlalığı dolayısıyla, sözlü tacizlerine, Eren'i bahane ederek ve O'na dua etmemiz gerektiğini söyleyerek son verdiler . Biz de her zaman olduğu gibi oğlumun sağlığına dua edip, yolumuza devam ettik.Atatürk stadına geldiğimizde, düzensizlik ve onun getirdiği kalabalıkla beraber zorla da olsa stad sınırlarına girdik, bir kaç dakika sırada bekledikten sonra da stadın içindeydik. Günün bombası da tam o sırada geldi, yerimizi güvenliğe sorduğumuz da ki cevap, "biletler de numara var ancak koltukarda yok" oldu. Ha tabi bu arada " numaralı koltuğunuza oturan biri varsa, lütfen güvenlik ekiplerinden yardım isteyerek, kendi koltuğunuza geçiniz" anonsu da işin cabasıydı. İyi bir yer bulduk ve hemen yerleştik. 








Tam önümüzde, son zamanlarda gördüğüm en nazik ve  çocuk sever polis oturuyordu. Eren'e de fazla ilgi gösterince, kafam da bir ampul yandı. Takım sahaya çıktığında, Eren'e sessizce sordum, "oğlum Alex'le resim çektirmek istermisin" diye. Eren'de evet cevabını hiç düşünmeden verdi. Gerisi Eren'in sevimliliği ve sosyalliğine kalmıştı. Kulağına tekrar fısıldayarak, " git polis abiye beni Alex'e götürürmüsün diye sor" dedim. İşin açıkçası çok ümidim de yoktu soracağından, ama ikiletmeden gitti polisin yanına ve sordu. Cevap olumluydu, ancak "baban seninle gelemez, tek başına gelirsen olur" dedi polis memuru. On saniye sonra Eren, polisin elini tutmuş merdivenlerden sahaya iniyordu. Ne yazı ki Alex'e ulaşamadılar, ancak tam içeri gireceği sırada Volkan'ı yakaladılar ve resim çektirebildiler. Eren koşa koşa tribüne döndü ve giderken onlara verdiğim telefonumu bana göstererek "baba Alex kaçtı ama abiyle çektirdim resim" diyerek bana telefonu verdi. O abi Volkan'dı ve oğlum birinci deplasman maçını bir numaralı  Fenerbahçe'liyle sahanın içinde resim çektirerek taçlandırdı.



Takım sahaya çıktığında, stad dolmuş ve Saraçoğlu'ndan enstantaneler sunuyordu adeta. Ancak son zamanlarda gördüğüm, akustiği en kötü stattı, Atatürk Stadı. Maça Fenerbahçe iyi başlamasına rağmen, yediğimiz ilk atakta golü yedik. Çok geçmeden Emre'nin bireysel becerisiyle, belki de haftanın golü seçilecek bir golle, beraberliği yakaladık. O dakikadan itibaren statta kimsenin aklına mağlubiyet gelmedi bile. Bir gol daha yedik ve devre 2-1 bitti, ikinci yarı başladığında herkes, takım da Stoch gibi hızlı bir adamı görmek istiyordu, ancak ikinci yarı aynı 11'le başladı. Buca'nın 3. atağıda golle sonuçlanmış ve durum 3-1 olmuştu. Herkes sinirli, stresliydi ancak değişik bir inanç vardı yine de herkeste. Destek daha da fazlalaşmıştı ve takımda daha inançlı oynamaya başlamıştı. Tam o sırada çalınan bir penaltı, maçın döneceğinin işaretiydi. Alex bu sefer alışılmışın dışında kalecinin sağına yuvarladı ve kendisini akıllı sanan kalecinin havadayken ters tarafa bakışları eşliğinde yuvarlanarak kaleyi buldu top. Bir kaç dakika sonra Gökhan Alex ikilisinin artık klasikleşen golü bu sefer Mehmet Alex'ten geldi, anlatmaya gerek bile yok, Galatasaray'a atılan golü gözünün önüne getiren herkes, görmeden golün nasıl olduğunu anlamıştır. 

Maç yeni başlamış gibi her iki takım da düzenini aldı ve golden sonra santra vuruşu yapıldı. Oyuna giren Guiza, Fenerbahçe'de hiçbir oyuncunun eksikliğinin hisedilmeyeceğini, ilk girdiği pozisyonda, akıl ve kabiliyet gerektiren golüyle, dosta düşmana gösterdi. Attığı golü gören herkes, formda bir Guiza'nın dünya şampiyonu İspanya'nın kadrosunda tesadüfen yer almadığını, hatırlamış oldu. Bu arada ilk yarı uykusu gelen ve maçın 60. dakikası gibi susayan Eren'de yavaş yavaş deplasman maçının zorluklarını yaşamaya başlamıştı. Çünkü giden bilir, deplasman da maç sırasında büfeler kapalı veya ulaşılamaz olur, açıkan susayan ve tuvaleti gelen beklemek zorundadır, keza Eren'de söylene söylene su içeceği zamanı beklemeye başladı. Gerçi tedbirimizi almıştık ve suları zulalamıştık ancak, sular Eren'in yaramazlığına kurban giderek devre arasında hep beraber suikaste uğradı ve yerlere saçıldı. Neyse ki imdadımıza önümüzde oturan bir bayanla kızı yetişti ve içmedikleri sulardan birini Eren'e verdi, bu vesile ile Eren deplasmandaki taraftar dayanışmasını da yaşamış oldu, zaten o dakikadan yani 80'lerden itibaren de suyu verenin 13-14 yaşlarında ki kızının kucağinda devam etti maçı izlemeye. 

Santos'un golü yani 5. golümüz gelince, artık hepimizin heyecanı yerini zafer şarkılarına bırakmıştı, uykusu gelen Eren'de, uykusunu unutup, omuzdan omuza atlayarak marşlar söylemeye başlamıştı. Diğer deplasmanlara göre cok kısa bir süre statta bekletildikten sonra, zafer şarkılarıyla çıktık ve şans eseri bir taksi yakaladık, bindiğimiz dakika da Eren uykuya dalmıştı bile, kendisi ile ilgili yaptığım totemden ve olası bir puan kaybımızda maça gitmesinin mucizeler kalacağından habersiz, Bursa maçında gol diye bağıramamanın acısını çıkartarak tatlı rüyalara dalmıstı Eren'im,  hafifte üşümenin neden olduğu elma yanaklarında ki tebessümle birlikte.

Bu güzel deplasman maçımız ve belki de şampiyonluğu getirecek olan, Guiza'nın golü hafızalarımızdan hiç çıkmamak üzere yerini alırken, bu hafta ki tezahuratımız da şu olsun.....
Saldırın, Fener için sizde Savaşın
Şampiyonluk inanın şimdi çok yakın
Kupalar Yükselecek ellerimizde
VURUN KIRIN PARÇALAYIN!







Zaman Ayırıp Okuduğunuz İçin Teşekkürler 12 Numara.....

18 Nisan 2011 Pazartesi

Gurur Haftası

Bu hafta başından haftanın sonuna kadar, dolu dolu Fenerbahçemizi yaşadık ve bir kez daha SPOR Kulübü olmamızın, hem de Türkiye'nin bir numarası olmamızın gururuyla yeni haftaya başlama fırsatı yakaladık. Evet adeta tüm Fenerbahçe'lilerin gurur duyduğu, her branşta olduğumuzu ispatladığımız günleri geride bırakırken, sonuçlar da bir o kadar sevindirici oldu.

Öncelikle, sezonun ilk kupasını, her şeye rağmen, getiren potamızın kraliçelerinden başlayalım. Finalde ki isimler belli olduğunda her iki kulüp için de kupa bir kat daha önem arzetmeye başladı, çünkü finalin adı Fenerbahçe- Galatasaray'dı. Yani uzun zamandır hasret kaldığımız, özellikle futbol da ezeli rekabet statüsünden kaldırılmış olan, dünyanın en büyük üç derbisinden biri olarak adlandırılan Fenerbahçe-Galatasaray derbisi, şimdi bir finalle, salonda yaşanacaktı. Tabi bu arada Fenerbahçe'li kızlarımız sezonun ortasında yapılan büyük haksızlıkla, çok fazla kan kaybetmişti, erkek basketbolundan örnek vermek gerekirse, eski efsane Chicago Bulls takımı, birgünde, hemde şampiyonluğa giden yarı final arifesinde Micheal Jordan'ıyla Scottie Pippen'ını kaybetmişti. Veya daha anlaşılır şekilde, Barcelona Messi'den ve Iniesta'dan mahrum kalmıştı. Kızlarımız buna rağmen yılmadı. En azından biz bu ligi alırız ve haksızlığa uğrayan takım arkadaşlarımıza hediye ederiz dedi. Final serisi başladığında ilk iki maç Galatasaray'ın sahasında, sonra ki iki maçta Caferağa'da olacaktı ve lüzumu halinde bir sonraki maç tekrar Abdi İpekçi'de oynanacaktı. Deplasman'da ki ilk iki maç sonucunda her iki takım da birer galibiyet aldı. Deplasman'da alınan, küfürler, hakaretler arasında ki, bir Fenerbahçe galibiyeti, çok büyük avantaj olarak hanemize yazıldı.  Kendi sahamızda ki maçı da rahat bir şekilde kazandık ve son olarak pazar günü Fenerbahçe'miz kupayı almak için tekrar sahaya çıktı. Aslında zorda olsa, maçı bitirmişti kraliçelerimiz ancak Birsel'e verilmeyen bir faul, maçın uzamasına yol açtı. Ama kraliçeler, vazgeçmedi ve işi bir sonraki maça bırakmamakta kararkıldı. Sonuçta da öyle oldu ve Kraliçelerimiz kupalarıyla bir kez daha taçlandırdı Fenerbahçemizi. Günün en önemli mesajını da kupa aldıkları esnada giyidikleri t-shirtle verdiler, tabi anlayana. "HERŞEYE RAĞMEN ŞAMPİYON FENERBAHÇE"

Bu finalin 3. maçı cuma günüydü ve aynı gün iki tane daha çok önemli maçımız vardı. Biri erkek basketbol takımımızın Pınar Karşıyaka ile oynanan ve liderliğimizi sürdürmemiz açısından çok önemli olan maç ve erkek voleybol takımımızın Ziraat Bankasıyla oynadığı yarı final maçı. 3 maçta cuma günü iki saat içinde oynandı ve bitti. Sonuçmu? Tabiki Erkek Basketbol takımımız liderliğini sürdürdü, Voleybolcularımız finale çıktı ve Kraliçelerimiz durumu 2-1'e getirdi, yani 3'te 3 oldu.

Cuma gününden sonra, haftasonunun en merak edilen Fenerbahçe maçına gözler çevrildi, futbol takımımızın maçına. Aslında kimsenin korkusunun olmadığı ve kesin gözüyle baktığı maç, dış unsurlar yuzünden çok zorlu geçti, ancak futbolcularımızın olağanüstü mücadelesi sonucu, son dakikalarda bulduğu gol, şampiyonluk yolunda maç fazlasıyla liderliğe oturmamızı sağladı. Maçın hakeminden tutun da, rakip takım oyuncularına, hocasına kadar herkes adeta, bu maçı çığrından çıkarmaya ant içmişti, keza başardılar da. Hele ki butün Fenerbahçe nefretini, futbolcularına adeta aşılayan Tolunay Kafkas, resmen maçın en çirkin kişisiydi. 45. saniye verilmeyen penaltı, Lugano'nun her korner atışında uğradığı saldırılar ve Niang'a yapılan penaltının ardından neden tekme yedin dercesine hakemden gördüğü sarı kart ve cezalı duruma düşmesi ve ertesi hafta kesin oynamasın diye cezalı duruma düşmesine rağmen işi garantiye almak adına Niang'ın sakatlanması için atılan tekmeler sonrasında sedyeyle sahayı terk etmesi, tam da rakip takımın ve ona bu görevi verenlerin başarısı olarak hanelerine yazılacakken. Her ne pahasına olursa olsun, düdük çalana kadar mücadeleyi bırakmamakta kararlı olan futbolculardan Stoch sahneye çıktı ve şutunu çekti, direkten dönen topu da Santos boş kaleye yuvarlayarak, isterseniz 11 futbolcuyu sakatlayın çıkar diğer 11 futbolcu bu maçı alır mesajını verdi, dosta düşmana. Olası bir primden olan rakip takım futbolcuları ve teknik ekibi de son dakika golünün ardından soğuk su içmek yerine, benim geçen hafta 3.5 yaşında ki oğulumla bulunduğum ve daha birçok çocuğun da yer aldığı tribunlere saldırmayı, tabure fırlatmayı tercih ettiler. İzlerken şükrettim ki bu hafta maça gitmemişim ve Eren'i de götürmemişim.. Allah muhafaza yanlışlıkla o tabure oğluma denk gelmiş olsaydı, orada beni ne polis tutabilirdi ne de sağduyulu yöneticilerimiz. Bu aslında birtek benim için de geçerli değil, herhangi bir küçük yaştaki çocuğa veya taraftara da zarar verseydi o tabure, Tolunay ve ekibinin başına gelecekleri düşünmek bile istemiyorum. Tolunay'cığım bil ki orada isabetsiz atışınız sizi kurtardı, belki olası bir primden oldunuz ama dua edin ki dünya da en son uğraşılacak taraftardan şansınız eseri, kimsenin başına birşey gelmediği için kurtuldunuz.

Sonuç olarak, her oyuna, her kumpasa rağmen bu hafta bir kupa kaldırdık ve 3 tane daha kaldırmak için mücadelemize devam ediyoruz.  Şampiyon olurmuyuz olamazmıyız bilinmez, ama aklı selim herkes, hemfikir ki bu senenin şampiyonu FENERBAHÇE'dir. Hak eden Fenerbahçe'dir ve elbet şampiyonlukta ki rakibimizin karşısına talimat almamış sadece şerefi için oynayan takımlar da çıkacaktır, işte o gün akla kara ortaya çıkacaktır... Son sözümde Fenerbahçeli sporculara... Siz böyle oynadığınız sürece, mağlubiyetten de, üstünuze oynanan oyunlardan da korkmayın, sonunda kumpasçılar hasbel kader kazansa da, biz taraftarlar her zaman HELAL HÜZÜNLERİ HARAM SEVİNÇLERE tercih etmişizdir. Ama inanıyorum ki bu sene HELAL SEVİNÇ yaşayacağız ve yine tüm Türkiye Fenerbahçe marşlarıyla inleyecek...


Unutmayın Alex henüz en güzel golünü atmadı.........

6 Nisan 2011 Çarşamba

Oğlumla Bir Kadıköy Masalı


Fenerbahçe Bursaspor maçından iki gün önce, pazar günkü maça Ankara'dan uçakla gitmeye karar verdim, ancak cuma akşamı uçak biletimi almayı unuttum. Cumartesi akşamüstü, eşim Hande'ye maça gideceğimi ama arabaylamı, uçaklamı gideceğime karar veremediğimi söylerken, üç buçuk yaşında ki oğlum Eren, en sevimli haliyle yanımıza geldi ve "Baba ben de seninle İstanbul'a maça gelmek istiyorum" dedi. Daha önce hiç annesi olmadan gece kalmamıştı, bu yüzden başta ciddiye almadık, ama O ısrarla gelme isteğini yineliyordu. "Tamam" dedim, "ama bir şartım var!, gece ağlamak veya maçta gidelim demek yok" dedim. O'da söz verdi. Tabi üç buçuk yaşında bir çocuğun sözüne ne kadar inanılır bilinmez ama ben de "Olur" deyiverdim. Annesi hayretler içinde bana bakarken, beş dakika sonra uçak biletlerimiz bile hazırdı. Sonumuz hayrolsun dedik ve yattık.

Havaalanında

Ertesi gün, yani maç günü saat 13:00 uçağı için havaalanına gittik, Eren biraz hareketli çocuk olduğu için, CIP'den giriş yapalım, böylelikle daha rahat ederiz diye düşündük ve biletlerimizi, ona göre aldık. Kapıdan girdiğimizde, salonun hemen hemen tümü Fenerbahçe formalı insanlarla doluydu. Eren formaları görünce, kendisinin de forma giymek istediğini söyledi ve ısrarla bana çantadan formasını çıkarttırdı. Görevliler Eren'e ilgi gösterdikçe Eren daha da havaya girip sevimlilikler yapıyordu. Daha sonra havaalanı görevlilerinin de yardımıyla formasını giydi ve yer hostesleriyle resim çektirdi. En korktuğum bölüm Eren'in uçakta yapacağı yaramazlıklardı, ancak hiç ummadığım kadar rahat bir uçak yolculuğu geçirdik ve bu Eren'le ilk defa olan birşeydi. 



Maça gidiş
İstanbul'a indiğimizde, herşey yolundaydı, halamlara gittik ve maç öncesi Eren'in maç sırasında bizi zora sokma ihtimali olan tuvalet olayını hallettik, formaları giyidik ve  diğer maç ekibiyle buluşup, Kalamışta Kazancılar adlı restorana gittik. Maç önceleri, genellikle Fenerbahçe'lilerin buluştuğu yer olan Kalamış'taki bütün restoranlar da olduğu gibi Kazancılar'da da Fenerbahçe rüzgarı esiyordu. Eren'in gözler faltaşı gibi açılmış, tezahurat eden insanlara bakakalmıştı. Biz de eşlik etmeye başlayınca bunun bir oyun olduğu ve uyum sağlaması gerektiğine karar verdi, marşlara, kendi üslubuyla eşlik etmeye başladı. Bir anda bütün gözler Eren'e dönmüştü, çünkü inanılmaz şekilde adapte olmuş ortama, danslarla tezahuratlarla şova başlamıştı. Bir ara ayağa kalkmış diğer masalara gidip kolasıyla kadeh tokuşturuyordu. Yaşı küçük olmasına rağmen Eren'e benden daha iyi bakabilen küçük kuzenim Sena'da peşindeydi, zaten biraz da O'na güvenip yollamıştı eşim bizi İstanbul'a. 

Yemekte Amigoluk Yaparken
İçkiler yudumlandıktan ve ortam biraz daha hareketlendikten sonra, Eren'e bizim masadan biri rakı bardağı verdi "Hadi, çık masaya ve herkese şerefe yap" dedi. Ortama fazlasıyla ısınmış olan Eren'de hiç ikiletmeden denileni yaptı.(ama tadının acılığını bildiği için, içim çok rahattı, içmeye teşebbüs bile etmedi) Kadehi havaya kaldırır kaldırmaz, gördüklerime inanamadım. Bütün restoranda ki insanlar ayağa kalkmış ve Eren'e şerefe yapıyorlardı. Ortalık ta inlemeye başladı bir anda "Kaldırın Kaldırın Kaldırın Fenerbahçe İçin Kaldırın" diye ve bütün kadehler havadaydı. Eren'e baktım şok halinde kalmış ama kadehini de indirmiyordu aşağıya. Görevi bitene kadar kımıldamadan durdu. Biraz korkmuştu sanki, ama bizim güldüğümüzü görünce rahatlayıp dansetmeye başlamıştı. Sonra aynı şerefe olayını, defalarca kolasıyla denedi, ama istediği etkiyi yaratamadı, sonunda tekrar restoranda koşuşturmaya ve Sena'yı yormaya devam etti.


Maç Başlamadan önce


Yemekler bitti, stada doğru yürümeye başlandı. Yer gök sarı lacivertti, 3ünden 73üne her yaştan insan vardı. Eren, palyaço şapkalı çocukları görünce, onlardan istedi, ancak lisanslı değil diye almadım, biraz daha tutturduktan sonra bende  Fenerium'dan alacağımızı söyledim. Kalabalık arasına girince unuttu ve bizde stada girdik, atmosfer yine müthişti ve Eren çok eğleniyordu, tek üzüldüğüm,  dönüp dönüp bana "Baba ne zaman gol diye sevineceğiz" diye sormasıydı. Bende en az O'nun kadar bekliyordum, o sevinci yaşamayı ama Eren'i de  birazdan diye geçiştiriyordum. Geçiştire geçiştire maçı 0-0 bitirdik, malesef. Sonuç kötüydü bizim için ve ligde ikinci sıraya gerilemiştik, ancak Eren'in bütün oyuncular arasında Alex'i tanıyor olması, bence maçın ve günün en güzel olayıydı. Isınmaya çıktıklarında sordum "Alex nerde diye" ve direk gösterdi. Emeklerim boşa gitmemiş ve Eren'e de sevdirmiştim Fenerbahçe'yi ve Profesorümüz Alex'i.

Maç çıkışı
Maçtan üzüntüyle dönerken, Eren yine Fenerium'da satılmayan palyaço şapkalarından gördü ve istedi, bu sefer hayır diyemezdim çünkü bütün gece bir gol beklemişti oğlum ve malesef görememişti beklediği golü, bende bir defaya mahsus, sokaktan lisanssız bir ürün aldım oğluma. Daha sonra halamların evine gittik ve geceyi orada geçirdik. Saat gece 1:30'a kadar uyumadı Eren. Dilinde de Fener Gol Gol Gol Şampiyonluk Geliyor tezahuratı vardı. Neyse ki anne diye tutturmadı, yani bu seyahatte ikinci korktuğumda başımıza gelmedi ve sonunda yorgun düştü horlaya horlaya uyumaya başladı. Ertesi gün  kalabalık bir şekilde arabayla döndük Ankara'ya. Hiç ummadığım kadar keyifli, sonucu kötü olsa da paha biçilemez bir maç yolculuğu oldu  benim için. Hayatımda hep hayal ettiğim ancak kendi babamla yapamadığım maç seyahatimi daha önce iki kere daha yapmama rağmen, sadece ve sadece oğlumla ikimizin ilk defa yapması müthişti. Dönüş yolculugunda arabadakilere ve bana kabus yaşatsa da, en kısa zamanda tekrarlamak istiyorum bu müthiş seyahati ve her babaya  şiddetle tavsiye ediyorum, tabi ki sadece Fenerbahçe stadı gibi, modern ve uygar stadı olan takımların taraftarı babalara. Ayrıca bu hayalimi gerçekleştirsem de sırada ikincisi var, yani küçük oğlum Kerem. O'nun da bize katılacağı günü sabırsızlıkla bekliyorum, lütfen  çabuk büyü Kerem ve ekibimizi üçleyelim.....

Maça Gideceği Günü Bekleyen Kerem....
Son olarak beni tarif eden tezahuratı yazmak istiyorum. 
".....bir gün girsek biz mezara, gozümüz kalmaz arkada, evlatlarıma miras bu sevda"